YILMAZ GÜNEY VE AYDIN TAVRI

IMG_2738

“Düşünce ve sanat, üretim sürecinde sıkı sıkı bağlıdır ve üretim mücadelesinin, toplumsal ve siyasal mücadelenin hem etkileyicisi, hem de onlardan etkilenendir. Üretim güçleri ile üretim ilişkileri arasındaki çelişki, toplumsal düşüncenin ve sanatın gelişmesinin temelidir. Bu çelişme, hayatın her alanını etkiler. Düşünce ve sanat alanlarında varolan, düşünce ve sanatı geliştiren temel çelişmeler, kaynağını üretim güçleriyle üretim ilişkileri arasındaki sınıfsal çelişmelerden alır.” 

Yılmaz Güney

……………………………..

Yılmaz Güney’i ölümsüzlüğünün 40. yılında saygıyla anarak başlamak istiyoruz. 

9 Eylül 1984’te sürgün yaşamını sürdürdüğü Paris’te hastalık sonucu vefat eden Yılmaz Güney, hiç kuşkusuz sınıfsal tavrı ve buna uygun düşen pratik duruşuyla her zaman devrimci aydın bir tutum sergilemiştir. Ve sanatı sanat için mi, yoksa halk için mi ikilemine düşmeden tavrını halk kitlelerinden yana koymuştur. Tüm yaşamını buna adamış ve ölünceye kadar da bundan taviz vermemiştir. İsteseydi burjuvazinin safında yer tutar, konforlu bir yaşam sürer, şöhret düşkünü, kariyerist hesaplar peşinde olurdu. Ancak, onun böyle kaygıları olmadığı için bunlara tenezzül dahi etmedi.

Yazdığı bir öykü ile komünizm propagandası yapmaktan dolayı dönemin mahkemelerince hüküm almakla başlayan üzerindeki baskı süreci, 12 Mart 1971 askeri faşist cuntası tarafından aranan Mahir Çayanları evinde sakladığı gerekçesiyle aldığı 9 yıllık ağır hapis cezası ile devam etmiştir. Mahir Çayanları evinde saklayarak ele vermemesi Yılmaz Güney için devrimci bir sorumluluktu ve o bu sorumluluğu hiç çekincesiz yerine getirmiştir. 9 yıllık hapis cezasının yanı sıra, o gün Çayanların evde bulunması olası bir çatışmanın da gerekçesi olacaktı ve buda Güney’in de canıyla ödeyeceği bir durum oluşturacaktı. Ama bedel ödemeyi göze alanlar için bunun hangi biçimde gerçekleşeceğinin de bir önemi yoktur. Dolayısıyla Güney’de buna uygun davrandı. Bir dönem partimizle de ilişkide olan Güney, 2. Genel Sekreterimiz Süleyman Cihan’ın katledilmesinin ardından ne kadar maddi imkanı varsa Süleyman Cihan’ın afişlerini bastırıp Paris sokaklarına astırmıştır. Böylelikle hem daha önce ilişkide olduğu Süleyman yoldaşı anar, sahip çıkar, hem de onun katlini tüm dünyaya duyurarak faşist Türk devletine karşı bir tepki oluşmasına hizmet eder.

Birçok defa içeri girip sonuncusunda firar ederek kaçmayı başarabilen Güney, hapishane yaşamında da üretmekten vazgeçmemiştir. İçerde olmasına karşın tüm zamanını devrimci üretimle geçirmiş, toplumsal-sınıfsal film senaryoları, kitaplar yazmıştır. Hiçbir bütçesi olmadan, ona inanan yönetmen Şerif Gören ve Tuncel Kurtiz, Tarık Akan gibi oyuncu arkadaşlarının desteğiyle filimlerini içerdeyken çekme olanağı bulmuştur. Bu durum Güney’in düşünceleriyle insanları nasıl etkilediğini göstermiştir. Bu filimleri dışarıda çekebilmek bile başlı başına bir sorundu. Çünkü bu filimler siyasal sistemi, toplumsal yapıyı eleştirel olarak ele aldığı için faşizmin baskısı ile karşı karşıyadır. Tarık Akan’ın dönüşümünde en önemli payın Güney’de olduğu bilinmektedir. Güney sadece içerde köşesine çekilerek film senaryoları, kitaplar yazmakla kalmamış, kaldığı süre içinde gerçekleşen hapishane direnişlerinde de yer almıştır.

Yılmaz Güney’i uzun uzun anlatmak mümkün. Ancak burada özel olarak onun hayatını anlatmaktan ziyade, onun aydın duruşu ile günümüzde aydın olduğunu iddia edenler arasındaki nitelik farkına değinmeye çalışacağız.

Komünist partisi önderliği altında, proletaryanın devrimci iktidarını kurmak için ittifak halinde olduğu aydınlar önemli misyona sahiptirler. Bu noktada Yılmaz Güney’in pratiği gözönüne getirilmelidir. Güney, sınıf bilinci ile donanmış proleter bir aydındı ve tüm faaliyetlerini buna göre düzenlemişti. Hedefi kitlelerin bilinçlendirilmesi ve devrim amacı ile harekete geçmesini sağlamaktı. Günümüzde kendine “aydınım” diyenlere baktığımızda bu vasfı hak edecek bir fiilin içinde olmadıklarını görmek zor değil. Bunların geneli kendilerini kitap yazmak vb. bireysel çalışmalara adayarak, resmi ideoloji ile harmanlanmış düşüncelerle bit taraf tutmaktan ibaret bir pratikleri mevcut. Toplumsal, sınıfsal hiçbir soruna müdahil olmadıkları gibi, bu sorunlar hakkında en basitinden söz haklarını kullanmayı bile gerekli görmezler. “Gerekli görmezler” diyoruz, çünkü bunlar için bu sorunlar basit bir hükümet değişimi ile seçimden seçime değişebilecek şeylerdir. Bu yüzden sosyal medya gibi mecralardan hükümetin bir politikasına karşı iki mesaj attığında tüm sorumluluklarını yerine getirmiş sayarlar kendilerini. Bu cılız karşı koyuşun da sınırları var elbet. Yoksa her politikaya karşı bu günlük tutumu sergileme hayretine bile düşmezler. Örneğin çeşitli adlarla Güney ve Batı Kürdistan vd. yerlerde Kürtlere karşı yapılan saldırılara karşı bırakalım bir karşı koyuş sergilemeyi, destek mahiyetinde açıklamalar yapmayı görev sayanlar mevcut. Yine işçi ve köylülerin direnişlerine sessiz kalarak hiç yokmuş, olmamış gibi davranırlar. Söyleyecek tek kelimeleri bile olmaz. Sokak ortasında katledilen insanlar için kıllarını bile kıpırdatmazlar. Tabi bu, demokrat olmanın vasıflarını bile yerine getiremeyen, bu ve benzer pratikler içinde olanları aydın olarak niteleyemeyiz. Bunlar olsa olsa kendilerine “aydınım” diyen dalkavuklar topluluğu olurlar ancak. Aydın tavrı kendisini anti-şovenist, özelde de Kürt ulusal sorununa devrimci bakışta, anti-emperyalist, anti-kapitalist duruşla gösterir. Birbirinden koparılamaz bu özellikler bir aydın için olmazsa olmaz niteliktedir.

Denilebilir ki, faşizmin günümüzde olduğu gibi yükselen koşullarında aydınlar devrimci hareketin de zayıflığıyla orantılı olarak misyonlarını yerine getirmemekteler. Ancak bu hiçte geçerli bir neden olmaz. Çünkü o, en karamsar ve en zorlu koşullarda dahi söz söyleyebilme cüretini gösterebilmelidir, bu onun asli sorumluluğudur. 70’lerin, 80’lerin zorlu koşullarında dönemin aydınları darbelerin, cuntaların fiili olarak harekete geçtiği zamanlarda devrimcilerin, halkın baskılandığı, sindirildiği en ağır koşullarda bedeller ödeyerek halka yön göstermekten baz geçmemiş ve mücadeleden ayrılmamışlardır. Bir küçük burjuva aydın ânın koşullarına göre hareket ederken, devrimci aydın “bilmek yapmaktır” veczinden hareketle mevzisini terk etmez, halkın safından ayrılmaz. Hayata geçmeyen doğru düşüncelerin hiçbir anlamı olmaz onun için. O her zaman bilimsel düşüncenin değiştirici gücü ile toplumsal çıkarları tüm şartlar altında en üst boyutta ele alır. Doğru düşünceleri her şart altında söyler ve onların gerçekleşmesi için aktif şekilde mücadele eder.

Aydın kişi, toplumun sorunlarını kendi dışında görmez. O, her zaman bir taraftır ve o taraf halkın yanıdır. Bu temel ilkeden ayrılmaması elzem olandır. Bu uğurda toplumsal-sınıfsal hareketlerle iç içe olur ve onlarla birlikte faşizme karşı mücadele eder. Günlük politik olaylara, gerici burjuva politikalara karşı tavrını açıkça belirler ve onların amacını teşhir eder.

Günümüzde aydın kavramının muhtevası öyle bir boşaltıldı ki, ağzı laf yapan birisi çok rahat bir şekilde aydın olarak niteleyebiliyor kendisini (yada öyle nitelendiriliyorlar). Halbuki, yaptıkları sadece bilgiçlik taslamaktır. Bunlar ağızlarına romantik edalarla halk lafzını alırlar ve kendisini tatmin ederler. Böylelikle kendilerini halkın öncüsü, önderi olarak görürler. Zülfü Livaneli, Orhan Pamuk ve benzerleri toplumun vicdanı olarak görülüp, aydın olarak kabul görmekteler. Sıradan birisinin bile her gün çekinmeden tepki gösterebildiği bir şeye tepki göstermeyi aydın tavrı olarak görerek, marifet bilirler. Aydın olmak böyle basit bir şey olsaydı pekâlâ aydın olmanın kıstasını tanınmış olma, kitap yazma, film çekme gibi şeylerle sınırlamak gerekirdi. Zülfü Livaneli gibiler belirli dönemler vazifelerini yapma gururu ile üç-beş cümleyi geçmeyen sözlerle kendilerini rahatlatırlar. Sanatlarını, eserlerini halkın sorunları çerçevesinde değil, pazarın ihtiyacı çerçevesinde düzenlerler. Büyük şirketlerin, bankaların bünyesindeki bir yazar olarak kalmayı çıkarlarına uygun görürler. Piyasaya hizmet eden bir trend söz konusu. Örneğin, Yılmaz Güney yaptığı eserlerle hem toplumsal sorunun kendisini ortaya çıkarırken, hem de o soruna karşı nasıl mücadele edileceğini de göstermektedir. Ancak küçük burjuva aydının böyle bir derdi yoktur, o sadece satın alınabilir şeylerle meşgul olur. Onun için varsa yoksa piyasada alınabilir eserler ortaya çıkarmaktır. Ne olduğunun önemi yoktur. Buda bir Marksist aydın ve küçük burjuva aydını temelden ayıran şeydir. Ayrıca bu gibiler, ayrıcalıklı hissedilmeyi arzular, kendisini elit bir topluluğun üyesi gibi görürler. Ancak, kendine aydınım diyen birisi halktan koptuğu an aydın olma vasfını yitirir ve içi bir yığın zırva ile dolu biri olup çıkar. Tamda burada Yılmaz Güney olabilmenin niteliksel farkı ortaya çıkmaktadır. Güney içeri atıldı, filimleri yok edildi, sansüre uğradı ama yinede mücadeleden yılmadı, vazgeçmedi. Onu her zaman dinamik tutan şey yaptığı işin halkın menfaatleri doğrultusunda gerçekleşmesiydi. O, bireysel, kariyerist hesaplar yaparak kendisine ayrıcalık yayılmasını istemedi. Onunki, ezilen sınıflar için faşizme karşı bilinçli bir meydan okumadır. Başka hiçbir kaygıya, tasaya yer yoktur.

Öte yandan, aydın göz önündedir, söyledikleri halk kitleleri içinde her zaman bir karşılık bulur. Ki, bundan kaynaklı burjuvazi kendi aydınlarını yaratır yada aydın sıfatı ile ortalıkta dolaşan kimilerini devşirerek, halk kitlelerinin yanlış fikirleri benimseyerek kendi gerici politikalarına karşı çıkmamasını hedefler. Bu gibilere karşı uyanık olunmalı ve teşhir edilmelidir. 

Devrimci hareket aydınlara önem vermeli, aydınları küçük görme kibrini üzerinden atmalıdır. Onlardan ellerine silah alarak dağ-taş gezmelerini bekleyemeyiz. Onları kuru gevezelik eden ve sadece eleştirmeyi bilen tipler olarak görmekten vazgeçmeliyiz. Onların sözleri doğru bir ideolojik çatı altında güçlü bir silah olacaktır. Bunun farkında olarak aydınlar içinde çalışmalar yürütmeli, onların düşüncelerine önem verildiği hissettirilmeli ve faaliyetler içinde onlara alan açarak kendilerini göstermelerini sağlamalıyız. Bu onların köklü dönüşümü ve sınıf mücadelesinde aktif rol oynamaları için önemlidir.

Yılmaz Güneyler, Nazım Hikmetler, Musa Anterler,… yaratmalıyız. Bunlara nesli tükenmişler olarak bakmaz ve bunun için çabalarsak büyük başarı sağlarız. Bilmeliyiz ki, düşüncesinin doğruluğuna inanan bir aydın, o düşüncesinin iktidar haline gelmesi için mücadele etmekten, bedel ödemekten kaçınmaz. Aydınlara değer vermeli ve mücadeleyi yükseltmeliyiz.

Exit mobile version