Hele Ulaş’a Ulaş’a
Ulaş benzerdi güneşe
Ulaş kardaş can verirken
Görenlerin aklı şaşa
Yaşar Kemal
1971 yılının 23 Mayıs sabahı iki büyük deprem haberiyle sarsılıyordu ülke: Birincisi yüzlerce kişinin enkaz altında kalarak yaşamını yitirdiği ve bir o kadar da yaralının olduğu, binlerce evin yıkıldığı, hasar gördüğü Bingöl depremi diğeri ise İsrail’in İstanbul Konsolosu Efraim Elrom’un cansız bedeninin bulunmuş olduğu haberi. Bu ikincinin yarattığı sarsıntı o kadar büyük, o kadar beklenmeyen bir şeydi ki; Bingöl’ün üzerine bile düşmüştü gölgesi.
17 Mayıs günü akşam saat 17’de, gazetelere ulaşan Türkiye Halk Kurtuluş Cephesi Merkez Komitesi imzasıyla gönderilen 1 No’lu Bülten ile ilan edilmişti tüm dünyaya konsolosun kaçırıldığı haberi.
Amerikancı Bakanlar Kurulu’na diye başlayan kısacık bildiri onu kaleme alanların amaç ve isteklerini öyle net, öyle güzel ifade ediyordu ki.
Her biri yeminli emperyalizm düşmanı idi o bildiriyi kaleme alanların, en belirgin özellikleri idi anti emperyalist, anti amerikancı olmaları. Hani bazı insanlar için “damarlarını kessen” diye başlayan cümleler kurulur ya, hiç şüphesiz “antiemperyalist akardı kanları” diye biterdi herhalde onlar için öyle bir cümle kurulacak olsaydı.
Sadece onlar mı? Tüm devrimci gençlik örgütlenmelerinin olmazsa olmazı idi antiemperyalizm ilkesi. Tam bağımsız ve demokratik bir Türkiye için idi onların savaşımları. Vietnam savaşı sırasında, işgalci Amerikan askerlerinin uyguladıkları vahşetin ayyuka çıkmasıyla gelişen Amerikan karşıtlığının “Yankee go home” sloganıyla bütün dünyayı dolaştığı günlerdi. İstanbul’da “6. Filo Defol” sloganıyla geçit verilmiyordu Amerikan askerlerine, Ankara’da ters çevrilerek ateşe veriliyordu, ülkede istenmediğini göstermek için Amerikan elçisi Commer’in arabası. Antiemperyalist yürüyüşler, mitingler yapılıyordu peş peşe; işgaller ve boykotlarla sarsılıyordu üniversiteler.
Ne gittikçe şiddetini arttıran devlet baskısı durdurabiliyordu onları ne de korkup sözlerini sakınıyorlardı yakalandıklarında bile. Haklıydılar ve kazanacaklarına olan inançları sonsuzdu. “Ben Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu’nun bir neferiyim” diyordu Deniz Gezmiş kendisini yakalayan ordu komutanına, “Emperyalistlerin uşağışın sen” diye haykırıyordu Hüseyin İnan Kayseri’de yakalandığı anda Vali’nin suratına.
Antiemperyalist olmanın yanında devrimci dayanışmanın en güzel örneğini sergiliyorlardı hep birlikte. Kurdukları komünal yaşam içinde kendilerini gelecek güzel günlere kavuşturacak olan yolların taşlarını döşüyorlardı. Kendileri için değil, ülkeleri içindi tüm istekleri.
Tüm devrimci tutsaklar serbest bırakılsın
12 Mart Muhtırası, ardından gelen Balyoz Harekatı ve 1960 Anayasası’nın ülke için “lüks” olduğu iddiası ile tırpanlanması girişimlerine karşı bir başkaldırı idi onlarınkisi.
Ne para için kaçırmışlardı konsolosu ne de sadece adlarını duyurmaktı amaçları. Tek istekleri başta Deniz Gezmiş ve arkadaşları olmak üzere bütün devrimci tutsakların serbest bırakılmasını sağlayabilecek kadar ses getirebilecek bir eylemdi.
Önce Amerikan Konsolosunu düşünürler ama onun Konsolosluk binasında kaldığını öğrenince vazgeçip İsrail konsolosuna yönelirler.
“Ortadoğu halklarının baş düşmanı, Amerikan emperyalizminin maşası Siyonist İsrail’in Türkiye Başkonsolosu olan ve de ülkemizdeki Siyonist hareketlerin organizasyonunda önemli rolü olan” diye tanımlayıp, yaşamlarını tehlikeye atarak kaçırdıkları Ephraim Elrom’un hayatına karşılık istediklerinin başında “tutuklu bulunan bütün devrimcilerin derhal serbest bırakılması” yer alır. Basın bülteninin üç gün boyunca TRT haber saatlerinde okunmasını ve bu süre içerisinde kendilerine yönelik sürdürülen takip ve aleyhe propagandanın durdurması dışında başkaca bir istekleri yoktur.
Elbette bildirinin altına üç günlük süre sonunda istekleri yerine getirilmezse Elrom’un kurşuna dizileceği de eklenir.
Olayın duyulması ile birlikte TRT’de örgütün basın bildirisinde talep ettikleri isteklerin okunmamasını ya da bir pazarlığa oturulmamasını bir yana bıraksak bile, zehir zemberek bir açıklama gelir başbakan Nihat Erim’den. Açıklamada özetle şu deniliyordu:
Konsolosu serbest bırakmazsanız örgütle uzak-yakın ilişkisi olan herkes gözaltına alınacaktır. Her ne amaçla olursa olsun adam kaçıranlar, bunlara yataklık edenler ve saklandıkları yeri bildikleri halde resmi makamlara bildirmeyenler için idam cezası verilmesini öngören kanun tasarısı hemen Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne sunulacaktır. Konsolosun hayatına kastedildiği takdirde gerek bu suçu işleyenler gerekse de bu örgütün mensubu olanlar hakkında da aynı kanun uygulanacaktır.
Ne Anayasa kalmıştı onları bağlayacak ne de “Bir kanun veya Anayasal düzenleme geçmişe şamil olarak yürütülemez” ilkesi.
Üç gün boyunca operasyon üzerine operasyon yapıp, bildiri üstüne bildiri yayımlanır Sıkıyönetim Komutanlığı’nca. Gözaltına alınıp işkenceli sorgudan geçmeyen ne aydın kalmıştır İstanbul’da ne de demokrat biri. Profesörler, yazarlar-çizerler, öğrenciler, sendikacılar herkes payına düşeni alır bu saldırılardan. Yine de en bir küçük izine bile rastlayamazlar konsolosun. Sürekli olarak yeni isimler ekliyorlardı ellerindeki arananlar listesine, ama eklenen her isimden sonra konsolosu kaçıranlar konusunda ellerinde fazla bir bilgi olmadığını da açığa veriyorlardı.
Sonunda, 22 Mayıs gecesi bütün evlerin teker teker aranmasında buldular çareyi.
23 Mayıs sabahı Nişantaşı’nda bir evde, somyaya uzatılmış şekilde buldular Konsolosu.
Şakağında kurşun yarasıyla.
Ondan sonrası tufanların tufanı zaten. Görülmemiş boyutta bir operasyon başlatılır örgüte karşı, “vur emri” ile aranmaktadır her biri.
Cezaevi
Daha bir hafta bile geçmeden, 28 Mayıs 1971 gününe gelindiğinde yakalanmayan dört kişi kalmıştı Elrom olayı ile ilgili örgütün üst düzey yöneticilerinden: Mahir Çayan, Ulaş Bardaki, Hüseyin Cevahir ve Rüçhan Manas. Üstelik de Erenköy Taşmektep sokakta bulunan Tenis Apartmanı’ndaki daireden başka gidecek bir yerleri de yoktu. Aslında burası da fazla güvenli de sayılmazdı; daha birkaç ay önce fidye alabilmek için kaçırdıkları Mete Has ve Talip Aksoy’u gizlemişlerdi orada ama ellerindeki silah, cephane ve örgütsel doküman dolu valizlerle nereye gidebilirlerdi ki?
Ulaş ve Rüçhan önden gidip evi kontrol edecek, sağlamsa arkalarından Mahir ve Cevahir de girecektir eve.
Daha eve giremeden, kapıyı açan polislerin burnuna dayadıkları silah ve “teslim olun” çağrısıyla karşılaşır Ulaş. Silahına davranamadan kıskıvrak yakalanıp apar topar bindirilir polis arabasına.
Daha birkaç ay önce Ocak ayı başlarında gelmiştir İstanbul’a. Daha önce, Ankara’da ODTÜ Fizik bölümünde öğrenci iken devrimci mücadeleye atılmış, kısa sürede profesyonel devrimciliğe geçerek kuruluşunda da yer aldığı THKP örgütünün mali işlerini çözmede uzmanlaşmıştı.
İstisnasız bütün banka soygunlarının şoförüdür artık o. Sadece şoförlük mü! Araba bulma ve eylemde yer alacak arkadaşları eyleme yerine getirip götürmek de onun sorumluluğundadır. O kadar uzmanlaşmıştır ki bu konuda; normal bir şoförün arabaya binip anahtarı ile kontağı çevirmesinden daha kısa sürede kaldırdığı olurmuş bazı arabaları, özellikle de Anadol marka olanını.
Sadece kavgada değil, polis telsizini dinleme, sahte kimlik yapma, kalacak ev bulma konularında da ustalaşmış, kısa sürede evin ihtiyaçlarını gidermek de hep onun sorumluluğunda imiş…
Ankara kadrolarından İstanbul’a ilk gelen de Ulaş’tır. Görevi; örgüt üyesi arkadaşlarının yerleşebileceği evleri bulmak, legal bir görünüm altında kiralamak ve örgüte mali kaynak sağlamaktır.
“Adım Ulaş Bardakçı” diye başlar Elrom olayından sonra, Anayasayı ihlal suçundan yargılanmakta olduğu mahkemedeki savunmasına,“1947 doğumluyum, THKP ve THKC’nın bir savaşçısıyım.”
Uzunca bir kurtuluş savaşı, emperyalist işgal, finans kapital, 27 Mayıs ve Milli Demokratik Devrim konularını kapsayan bir değerlendirmeden sonra sadece üzerlerine düşen görevi yerine getirdiklerini açıklar mahkemede:
Azgınlaşan emperyalizmin bizi ezip geçmesine müsaade etmeden toparlanmamız, bağımsızlık savaşımızı değişen şartlara uygun biçimlerde yürütmemiz gerekiyordu. Devrimciler emperyalizme karşı bağımsızlık için silaha sarılma hakkını kullandılar. THK-C ve onun savaşçıları emperyalizme karşı bağımsızlık için silaha sarılma hakkını kullandılar. İddianamede geçen ve cephemizin yaptığı söylenen eylemler bağımsızlık için silaha sarılma hakkımızı kullanmaktan başka bir şey değildir. THKC, Türkiye halkının bağımsızlık özlemini dile getirmiş, kurtuluşun ilk kıvılcımını yakmıştır. Bundan böyle de savaşını sürdürecek ve zaferi kazanacaktır.
Yaşasın bağımsız, demokratik Türkiye için savaşanlar!
Uçtuuuuu!
Evin önündeki kalabalıktan Ulaş’ın yakalanmış olduğunu anlayan Mahir ve Cevahir hızla uzaklaşırlar olay yerinden.
Çok değil, birkaç gün sonra Cevahir’in ölü Mahir’in yaralı ele geçirildiğini yazar gazeteler.
İlk defa çıkarıldıkları askeri mahkemede karşılaşacaklardır iki yoldaş aylar sonra. Öyle bir kucaklaşırlar ki duruşma salonunda, jandarma bile ayıramaz onları.
Ulaş Maltepe Cezaevi’nde, Mahir Selimiye kışlasında bir hücrede o zamanlar.
Aynı dönemde, THKO liderlerinden Ömer Ayna ve Cihan Alptekin de Maltepe Cezaevi’ndedirler diğer yoldaşları ile birlikte.
Harıl harıl bir tünel hazırlığındadırlar. Amaçları cezaevinin tamamı olmasa da ağır cezalık arkadaşlarının çoğunu özgürlüğe kavuşturmaktır.
Bu nedenle Ulaş’a da açarlar durumu.
“Mahir’i hemen buraya aldıralım” der Ulaş, “O da gelsin kaçsın bizimle birlikte”.
Tünelin bitmesine yakın savunma gerekçesiyle sevkini yaptırabilir Mahir de Maltepe Cezaevi’ne.
Tam o dönemde, yeni yakalanmalar nedeni ile THKO’nun bağı kesilir dışarı ile. Tamam, tünel hazır, kaçmasına kaçacaklar cezaevinden de; kendilerini karşılayan birileri olmazsa nereye gidip, nasıl barınacaklar dışarıda?
Konuyu Ulaş ve arkadaşlarına açarlar. Onlar da dışarıdaki arkadaşları ile görüştükten sonra ancak beş kişiyi barındırabileceklerini söylerler. İçleri yana yana hazırlarlar beşli listeyi: Mahir Çayan, Ulaş Bardakçı, Ziya Yılmaz, Ömer Ayna ve Cihan Alptekin.
29 Kasım akşamı pes peşe girerler tünele. Kalanlar, onlara zaman kazandırmak için büyük bir direniş başlatırlar cezaevinde.
Tam 18 saat sonra, ertesi gün öğleye doğru, bahçede devriye gezen askerlerden biri, tünelin çıkış deliğine konulan çöp kutusu kapağına basınca anlaşılır tünel ve firar olayı.
Ancak o saatten sonra girebilirler koğuşa. Herkes tek sıra yoklama düzeninde, isimleri okunan bir adım öne çıkıp “burada” demek zorunda. Sıra firar edenlerin isimlerine gelince derin bir sessizlik elbette. Onların yerine sayım yapan komutanın sesi duyuluyormuş, “Uçtuuuuuu!”
Peruğun düştü abi
Uçmasına uçmuş bizimkiler ama; tünelden çıktıktan sonra kendilerini bekleyen ne bir araba varmış ne de tek bir kişi. İş başa düştü deyip önce bir minibüse atlamışlar ardından da bildikleri bir otobüs ile Bostancı kavşağına gelmişler. Ama kör şansa bakın ki; gidecekleri adreste hiç kimseyi bulamamışlar.
Mahir’in aklına Avrupa yakasındaki ikinci bir evin adresi gelir. Ulaş ile birlikte o evi aramaya giderken diğer grupla gece 23 civarında Dolmabahçe karşısındaki Sebil Çay Evi’nde randevulaşırlar.
Mahir ve Ulaş gece yarısına doğru çayevine geldiklerinde yanlarında avukat Alaattin Ulus vardır. Hep birlikte onun Beyazıt’taki evine giderler. Onun üzerinden örgüt ile yeniden bağ kurup nispeten daha güvenlikli evlere geçerler.
Gazetelerde her gün boy boy resimleri çıkan Ulaş, tanınmamak için bir peruk takmaya başlar o günlerde. Basında peruğu ile mahallenin çocukları ile neşe içinde top koştururken kendi arkadaşları bile liseli bir çocuklardan ayırt edemezler onu. Ah bir de şu topa vurma hızını ayarlayabilse! Bazen öyle hızlı vuruyormuş ki; fırlayıp çıkıyormuş başındaki peruk da. Durur mu mahallenin veletleri, “Abi peruğun düştü” diye bağırıyorlarmış ardı sıra. Hiç bozuntuya vermeden, gayet sakin alıp yeniden takıyormuş bizimki peruğunu başına, top peşinde koşmaya devam etmeden önce.
Aynı günlerde bir de karda kayıp düşme hikayesi varmış onun, ardından ağız dolusu güldüğü.
Bir arkadaşı ile birlikte, randevuya giderken, her zamanki gibi üstünde bomba ve silah varmış o gün de.
Kar yağmış, yollar buzlu. Yanındaki arkadaşı düşmemek için onun koluna sarılmış sıkı sıkı.
“Şimdi” der arkadaşına, “Ayağımız kayıp düşse hapı yuttuk, üstümdeki bombalar patlar, ikimiz de ölürüz burada.” Der demez de ayakları kayıp boylu boyunca uzanmasınlar mı yere! Ama hayret ne bomba patlamış, ne de paramparça olmuşlar, ikisi de sağ, yan yana sırt üstü yatıyorlar.
Öyle bir gülme almış ki ikisini de bu sefer de ölmedik diye.
Bütün İstanbul polisini peşinden koştururken Ulaş da böyle normal yaşantısına devam ediyormuş işte. 11 Şubat gününe kadar kimse izine rastlayamamış onun.
Mahir, Ocak ayı sonunda bir sandık içinde İstanbul’dan çıkıp Ankara’ya geçince Ulaş da Şişli’deki bir evde kalmaya başlamış. Kalmakta olduğu evi bildiğini tahmin ettiği arkadaşlarından biri yakalanınca daha güvenlikte olabilmek için Ziya Yılmaz’ın Levent Menekşe sokakta, Ülkü Cafer ile birlikte kalmakta olduğu eve gider. Ancak devam eden operasyon nedeniyle bu evin de fazla güvenlikli olmadığını düşünüp, arkadaşları aracılığıyla Lale Arıkdal ile ilişki kurup, evinde kalıp kalamayacağını sorar. 13 Şubat günü saat 20’den sonraya randevulaşırlar onunla.
Ancak daha evden çıkmadan, akşam saat 18.30 sıralarında kaldıkları evin çevresinde hareketlilik olduğunu fark ederler. Kısa süre içinde de eve yaylım ateşi başlar zaten.
Yoldaşını koruma refleksi
Ziya ve Ulaş silahlarına sarılıp pencere diplerine geçerler. O hengamede Ziya Yılmaz evde bulunan bombalardan birini pencereden dışarıya atmak ister ama panjurlar kapalı olduğu için bomba içeri düşer. Hiç düşünmeden yerinden fırlar Ulaş, bombanın içeride patlama tehlikesine karşı Ülkü Ahmet’in üzerine kapaklanıp onu korumaya çalışır; Ülkü Ahmet’in yıllar sonra bile duygulanarak anlattığı, Ulaş’ın en büyük özelliklerinden biri, yoldaşını koruma refleksidir bu.
Bir diğer özelliği de yine aynı çatışmada Ülkü Ahmet’in silahını tamirde gösterdiği sabrı olsa gerek.
Çatışma ilerledikçe Ülkü de küçük bir tabanca ile dışarıya ateş etmeye başlamış ancak birkaç atıştan sonra tutukluk yapıvermiş kullandığı tabanca. O curcunada Ulaş’a dönüp “silahım tutukluk yaptı” demiş utana sıkıla. Hiç sinirlenmeden yerinden kalkıp gelip, silahını tamir etmiş Ulaş. Biraz sonra bir daha tutukluk yapmış, bir daha gelip tamir etmiş. Ne en ufak bir küçümseme ne baştan savıp aşağılama. Her seferinde yerinden kalkıp gelip, sakin sakin tamir edip gidiyormuş silahı.
O günkü çatışmadan silahların sustuğu bir anda pencereden atlayarak gecenin karanlığına karışıp kurtulurlar.
Son perde
Ancak artık gidebilecek fazla bir yerleri yoktur. Polis her istihbaratı değerlendirmekte, radyolar sürekli olarak “muhbir“ vatandaşlara çağrı üstüne çağrı yapmaktadır.
19 Şubat sabahı, günün ilk saatleri, hava henüz aydınlanmamış. Ulaş, Lale Arıkdal’ın, Arnavutköy Üvez sokaktaki evinde çay içiyorlar. İkisi de sabaha kadar hiç uyumamışlar. Ne gece saat üç sıralarında Ziya’nın kalmakta olduğu evde yaralı ele geçirildiğinden haberi var ne de az sonra kendi yaşayacaklarından. O anda dışarıdan gelen gürültüler olmasa, yatıp uyuyacaklar belki de.
Gürültüler üzerine camdan dışarı baktıklarında bahçenin sırtları kendilerine dönük polislerle dolu olduğunu görürler. Göz açıp kapayıncaya kadar geçen süre içinde de karşı apartmanın alt katını taramaya başlar polisler zaten. Nice sonra silah sesleri kesildiğinde “Kimse yok burada” diyen şaşkın sesleri gelir polislerin. “İyi ki kimse yok” diye düşünür Lale Arıkan da, “Yoksa bir teki bile canlı kalmazdı evin içerisindekilerin.”
Aldıkları istihbaratın yanlış olduğunu anlayan polisler çevredeki tüm evleri arama kararı alırlar.
Ulaş’ın kaçma şansı yok. Hava iyice aydınlanmış durumda ve dışarısı polis kaynıyor.
Mecburen evde oturup bekleyecekler.
Tek tek aranır bütün daireler.
Lale Arıkdal kapıyı açmaya giderken Ulaş da içerideki odaya geçer.
Kapıda genç kadını gören polisler şaşırır.
“Tek başıma oturuyorum bu evde” der kadın, “isterseniz girip bakın”
Böyle ikna edici bir tavır karşısında silahlarını indirir polisler, şöyle usulen eve girip bakmaktır amaçları.
Gerçekten de evde kimse yok gibidir.
“Burada bir ceket ve bir şapka var” der iç odaya bakan polislerden biri. İçi cız eder Ulaş’ın. Silah ve mermilerini kapıp odadaki fermuarlı gardroba girerken ceket ve şapkasını somyanın üzerinde unutmasına hayıflanır. Olan olmuştur artık, dönüş yoktur.
Hafifçe indirir dolabın fermuarını, namlunun ucunun görünmesiyle birlikte bir cayırtı kopar içeriden.
Bunun üzerine dışarıda bulunan polisler de içeri dalar, bir yandan da dışarıdan yaylım ateşi başlar cayırtının koptuğu odaya doğru.
Dolap devrilir, içeriden gelen ateş durur, ama taramaya devam eder polisler.
Dolaptan çıkarıldığında delik deşiktir vücudu. Yanında bir tabanca ve plastik bir torba içinde mermiler vardır.
“Döğünürüm yana yana
Haber olmadı mı sana
Yüreğindeki kırk kurşun
Ağır gelmiyor mu sana”
Dizeleriyle anlatır koca Yasar Kemal bu durumu.
Ondan sonra gelen koca bir kuşak Zülfü Livaneli’nin bu şiirden bestelediği türkü ile büyür.
Hele Ulaş’a Ulaş’a
Ulaş benzerdi güneşe…
Ulaş gardas can veriyor
Yüreğim düştü ateşee…
Kaynak:
- Ulaş Yoldaş, Musa Kaplan, Ayrıntı Yayınları, Yakın Tarih
- Cevahir, Hüseyin Solgun, Ayrıntı Yayınları, Yakın Tarih