SİBEL ÖZBUDUN
“Bizi görmemek üzere eğitiyorlar.
Eğitim eğitimsizleştiriyor.”[2]
Bugün, YÖK’ün kuruluşunun “bilmem kaçıncı” kuruluş yıldönümünü eda ediyoruz.
“Bilmem kaçıncı” deyişini kasten kullanıyorum. Çünkü bence artık YÖK’ün herhangi bir önemi, ağırlığı, kuruluş yıldönümünü ciddiye alıp da tartışma konusu yapacak bir anlamı kalmadı.
Tam da yıllar önce, Hacettepe Üniversitesi Beytepe kampüsünde, yine bir kuruluş yıldönümü vesilesiyle -kulakları çınlasın- Tahir Hatipoğlu Hoca’yla düzenlediğimiz söyleşide Hoca’nın söylediği gibi oldu. “YÖK kaldırılmayacak” demişti etkinlikte. “Çürüyecek…”
Gerçekten de YÖK “çürüdü”…
Çünkü “Başkanlık sistemi”ne geçişle birlikte bütün kurumlar “Tek Adam”ın dudaklarından çıkan talimatlarla yönetilir hâle geldiğinden beri hem YÖK, hem de üniversiteler “talimat”la yönetiliyor.
Örnek mi istediniz?
Bildiğiniz gibi Tayyip Erdoğan bir keresinde Japonya’ya gitti. Orada ziyaret ettiği bir kadın üniversitesinden çok etkilendi. Türkiye’ye döner dönmez… Gerisini Cumhuriyet gazetesinden okuyalım:
“Erdoğan, daha sonra Türkiye’ye dönüşünün ardından da 3 Temmuz 2019’da Ankara’da 8. Uluslararası Öğrenciler Mezuniyet Töreni’nde konuyu yeniden gündeme getirerek dönemin YÖK Başkanı Yekta Saraç’a talimat verdi. Saraç’a seslenen Erdoğan şunları söyledi:
‘Bu üniversite şahsıma fahri doktora verdi. Kreşten alıp ilk-orta-lise-üniversite olmak üzere farklı bir yapıyı oluşturmuş durumdalar. Bu alanda atılan adımın bizler için önem arz ettiğini şu anda YÖK başkanına hatırlatıyorum. Çalışmanı buna göre yap. Çok önemli bir şey. Türkiye’de benzer bir adımı atmalı.”[3]
Sonrası mı? Sonrasını biliyorsunuz; Kadın Üniversitesi’ne ilişkin düzenleme geçtiğimiz günlerde Resmî Gazete’de yayınlandı…
Özgür Müftüoğlu bir yazısında, “YÖK’ün kurulduğu 6 Kasım 1981 tarihinden bu yana iktidara gelen hemen hiçbir hükümetin (buna büyük ölçüde bugünkü AKP kadrolarının da içinde yer aldığı REFAHYOL hükümeti de dahildir) üniversiteleri AKP iktidarı kadar geniş kapsamlı olarak gündemine alma”dığını, bunda en önemli etkenin, “YÖK’ün kendisine verilen görevi eksiksiz olarak yerine getirmesi ve üniversiteleri hükümetlerin gündemine almasına ihtiyaç bırakmaması” olduğunu söylerken, haklıdır.[4]
Gerçekten de belki de “Eski rejim”in -darbe dönemleri gibi uç noktalarda kısmen aşınmakla birlikte- sırrı buydu: kurumlar (yargı, üniversiteler, YÖK, Merkez Bankası, hatta devletin radyo ve televizyonu…) iktidarların kendilerine talimat vermesine gerek kalmadan, “raison d’etat” çerçevesindeki ferasetleriyle ne yapılması gerektiğini sezinleyerek karar ve tasarruflarını ona göre ayarlarlardı.
YÖK de bu çerçevede, “raison d’etat”nın iki buyrultusu doğrultusunda oluşturulmuş bir 12 Eylül kurumuydu. Bu buyrultulardan ilki, malûm, sınıf mücadelelerinin ve Kürt hareketinin yükselişe geçtiği bir süreçte, üniversiteleri ve üniversite gençliğini “zapt u rapt” altına almak. Yani, lamı cimi yok, YÖK devletin üniversiteler üzerinde bir baskı ve denetim aracı olarak oluşturuldu ve yürürlüğe sokuldu.
Ancak bunu bu kadarla bırakmak, olmaz. YÖK aynı zamanda Türkiye’nin 12 Eylül rejimiyle birlikte dümen kırdığı neoliberal politikaların üniversitelere dayatılmasının da bir aracıdır.
YÖK’le birlikte üniversitelerin “kamusal bir hizmet” olduğu yönündeki anlayış terk edilerek ticarileşmenin önü açıldı: Her yıl katlanan harçlar, yurt, yemekhane, kantin gibi kampüs içi hizmetlerin özelleştirilmesi, vakıf üniversitelerinin önünün açılması…
Ancak neoliberalizmin üniversitelerden beklentisi sadece üniversitelerin birer ticarethaneye dönüşmesi değildi. Beklenti çıtası, çok daha yükseklerdeydi: Üniversiteler üretimlerini (eğitim ve araştırma) özel sektörün, Çokuluslu şirketlerin talepleri doğrultusunda düzenlemeliydi. Böylelikle üniversiteler araştırmalarını müşterilerin (büyük şirketler) siparişleri doğrultusunda düzenleyen, öğrencilerini ve araştırmacı kadrolarını bu yolda ucuz iş (beyin) gücü olarak kullanan AR-GE kuruluşlarına dönüş(türül)ecekti. Böylelikle şirketler kendi AR-GE kurumlarını oluşturmanın mali yükünden kurtuluyordu. Üniversiteleri bu yeni düzene “ikna etmek” de o kadar zor olmayacaktı: bütçeden yükseköğretime ayrılan paylar düşürülürken, rektörlere “başınızın çaresine bakın, üniversitelerinizi birer şirket gibi yönetip kâra geçirin” deniliyordu.
Böylelikle bilişim, farmasötik, nanoteknoloji, uzay teknolojileri, genetik araştırmaları gibi masraflı araştırma alanları üniversiteler eliyle şirketlerin kullanımına açılacaktı. Kemal Gürüz’ün başkanlığı sırasında hazırlanan “Üniversite-Sanayi İşbirliği (ÜSİ)” projesinin muradı, bu yönelimin Türkiye’ye uyarlanmasıydı…
Bugün üniversitelerden söz ederken YÖK’ün kuruluş misyonunun hâlâ geçerli olduğundan söz etmek, mümkün değil.
Yo, üniversitelerin hâlen bir “demir yumruk” altında yönetilmesi durumu, süregidiyor. İtiraz eden, sorgulayan, protesto eden öğrencinin, özgür ve eleştirel düşüncesini ifade eden bir özne olarak değil, bir “asayiş sorunu”, giderek “ülke düşmanı” olarak görüldüğünü Boğaziçi Üniversiteli öğrencilerin başına gelenlerden biliyoruz… Üniversitelerin birer “ticarethane” olarak görülmesi durumundan da bir şey değişmiş değil: vakıf üniversitelerinin sayısı 78’i buldu. Bu sayı AKP iktidara geldiğinde, 23’dü! Özel yurtlar, üniversite içi marketler, restoranlar, kafeler, rekreasyon alanları, banka şubeleri öğrencileri hemen tümüyle “müşterileştirdi”…
Peki, “Şahsım rejimi”yle birlikte değişen ne?
“Şahsım”, partisiyle birlikte iktidara geldiğinden bu yana, “Eski rejim”in bütün kurumlarını, temsilcisi olduğu sınıfsal kesimin (buna neoliberal kapitalizmin rüzgârını arkasına alarak küreselleşme serüvenine girişen, pastadaki payını arttırma, -hatta pastayı temellük etme- çabasındaki Anadolu sermayesi diyebiliriz) değer ve isterleri doğrultusunda dönüştürmek, kendi yararlarına işler hâle getirmek uğraşı içerisinde. Bu isterlerin kültürel kılıfını, siyasal İslâm oluşturuyor. Müslümanlık, öteden beri Anadolu sermayesinin habitatını, kendini evinde hissettiği “bizim mahalle”yi teşkil etmekte. Siyasallaştı(rıldı)ğında ise, palazlanmış ve gözünü sınır ötesi ufuklara dikmiş yeni, enerjik ve neredeyse fütuhatçı bir burjuvazi için elverişli bir ideoloji hâlini alıyor.
Ancak tabii, istemek başka şey, yapabilmek apayrı bir şey… “Küreselleşme” denilen süreçlerin, eski hegemonyaların güç yitirmesinin, emperyal iddialarla yeni aktörlerin sahneye çıkmasına vesile olduğu doğru; ama aktör adaylarının yetenekli ve donanımlı olduklarını kanıtlamaları kaydıyla.
Aslına bakarsanız, neoliberal isterler doğrultusunda şekillenmiş üniversiteler tam da bunu yapıyor; küresel yarışta söz sahibi olmak isteyen aktör adaylarının bilimsel-teknolojik sermayelerinin güçlü olmasını sağlayarak, küresel piyasada rekabet edebilirliği güvence altına alıyorlar. Bu nedenle küresel yarışta iddialı ülkeler, AR-GE çalışmalarını ve tabii üniversitelerini önemsiyorlar.
Türkiye’nin cumhurbaşkanı da sık sık bilim ve teknolojinin önemine değinir, “yerli ve milli” teknolojiler üretmekten, hatta bunlarla uzaya açılmaktan vs. söz eder. Bu amaçla üniversiteleri en geniş imkânlarla donattıklarından filan dem vurur.
Ancak bu lafzen böyledir. Gerçekliğe baktığınızda göreceğiniz, Türkiye üniversitelerinin her geçen gün irtifa kaybettiğidir. Hem de üniversiteyle ilişkili her bakımdan.
Sıralayayım:
– Üniversite ve öğrenci sayısı: AKP iktidarı ve “şahsım” nereye gitse oradaki üniversiteyi kendi iktidarları döneminde kurulduğunu söylemeyi adet edinmiştir. Bu büyük ölçüde abartı da olsa, AKP iktidarı boyunca üniversite sayısının katlandığı doğrudur. Son verilere göre (2020) Türkiye’de Üniversite sayısı, Devlet Üniversitesi 129, Vakıf Üniversitesi 73 (geçen yıl 75 olan sayı 73’e düştü) ve Vakıf Meslek Yüksek Okulu beş olmak üzere toplam 207’dir. Bu sayı 2002 öncesinde 53 devlet ve 23 vakıf olmak üzere 76 idi.
Ancak burada sorun şu: AKP iktidarı süresince açılan üniversitelerin ne kadarı gerçekten üniversite nitelemesini hak ediyor? Eğitim uzmanı Ali Taştan’ın deyişiyle, “apartman dairelerinde, kampüsü olmayan, kadrolu öğretim görevlisi olmayan ve kütüphanesinde öğrenci başına bir kitap düşmeyen üniversiteler”e[5] ne kadar üniversite denebilir?
Geçelim. Bu 207 üniversitede, 28 502’si profesör, 16 705’i doçent, 41 862’si doktor öğretim üyesi, 37 697’si öğretim görevlisi ve 50 844’ü araştırma görevlisi olmak üzere 174 980 öğretim elemanı görev yapıyor. Öğrenci sayısı ise, (açık öğretim dahil) 8 milyonu aştı. Bu durumda “üniversitelerde öğretim üyesi başına düşen öğrenci sayıları aralığı 17.79 ile (ki en çok beş üniversite bu oranı yakalamış) 394.00 arasındadır. (…) Kıyaslama için başka ülkelerden bir kaç örnek verelim: Almanya’da öğretim elemanı başına düşen öğrenci sayısı 12, Fransa’da 16, Birleşik Krallık’ta 16, İtalya’da 20, İspanya’da 12, Portekiz’de 14, Avusturya’da 14, Macaristan’da 14, Bulgaristan’da 12, ABD’de 16’dır.”[6]
Sadece bu durum bile, üniversitelerdeki çöküş ve çürümenin alametidir. Emin olun, bu durumun birincil sorumlusu, YÖK değil, artık tümüyle Tek Adam’ın istek ve talimatlarına endekslenmiş AKP iktidarıdır. Üniversiteler yerel güç odaklarının ve cemaat ve tarikatların talepleri doğrultusunda, akademik kriterler hiç göz önüne alınmadan kuruluyor, öğrenci kontenjanları oya tahvil edileceği beklentisi içerisinde keyfî olarak arttırılıyor, öğretim elemanı açığı ortaya çıktığında, akademik kriterler eğilip bükülerek, standartlar düşürülerek kapatılmaya çalışılıyor, üniversite diploması hâlen tartışmalı olan bir kişi “yardımcı doçentlik de neymiş, kaldırın gitsin,” talimatı verince akademik unvanlarla oynanıyor…
– Ancak sorun sadece sayılar değil. Birkaç yıl içerisinde katlanan öğrenci sayısının öğrenim ihtiyacını karşılayacak öğretim elemanlarının niteliği…
Türkiye üniversiteleri bu bakımdan da çifte, hatta üçlü kıskaç altındalar. İlkin, büyük hızla artan öğrencilere öğretim verecek kadroların yetiştirilmesi sorunu. Akademinin işleyişinde bir kişinin doktora öğreniminden itibaren doçentliğini alması 8-10 yıl, profesör olabilmesi ise en iyimser koşullarda 14-15 yıl sürer. Öğrenci sayısı bu denli hızlı artınca doğal olarak yetişmiş öğretim üyesi (doçent, profesör) açığı doktora öğrencileri ve doktoralarını yeni tamamlamış öğretim görevlileriyle kapatılmaya çalışılacaktı. Dahası, bu unsurların akademik terfilerinin hızlandırılması için akademik kriterler çıtası indirildikçe indirildi. Tahsin Yeşildere’nin ifadesiyle,
“Cumhurbaşkanının talimatı doğrultusunda yardımcı doçentlik kadrosu kaldırıldı. Öğretim üyesi statüsündeki bu değişiklik sadece adının değiştirilmesi değil öğretim üyesi sayısını nicelik olarak arttırmak oldu ve doktor öğretim üyesi statüsü getirildi. Yapılan bu düzenleme ile doktoralı öğretim elemanları hiçbir kritere bakılmaksızın bir gecede öğretim üyesi oldu ve öğretim üyesi sayısı da böylece arttırıldı.
Akademik yükseltme kriterlerinde sürekli yasal değişiklikler yapılarak nitelik düşürüldü. Akademik yükseltmelerdeki sözlü sınavlar kaldırıldı, akademyada yükseltmelerde çok önemli olan yabancı dil sınavı puanları düşürüldü, adrese teslim akademik ilanlar yapıldı ve düzmece dergilerde yayınlanan makaleler, araştırma ve konunun verilerek para karşılığında tez yazma şirketlerinin yazdığı makaleler artarken, yine para karşılığı düzmece dergilerde yayınlanan makaleler, düzmece kongre ve konferanslarda verilen bildiriler ile doçentlikler ve profesörlükler adeta dağıtıldı.”[7]
Üniversitelerin karşı karşıya olduğu kıskacın ikinci ayağını, AKP iktidarının üniversiteleri alabildiğine kadrolaşabileceği, milletvekili ya da parti yöneticisi eskilerine bol keseden dağıtılacak bir “arpalık” olarak görmeleri oluşturuyor. Buna AKP’nin “Reis”inin bir KHK ile tüm YÖK üyelerini ve üniversite rektörlerini atama yetkisini kendi elinde toplaması eklenince, üniversitede “liyakat” değil “biat” tek geçerli ölçüt hâline geldi. Yeri geldi “Reis”in istediği kişiyi rektör atayabilmesi için, Yükseköğretim Kanunu’nun rektörlük için öngördüğü “üç yıllık profesör olmak” koşulu üç günlüğüne kaldırılıp ardından yeniden getirildi… Yeri geldi, bir kişi ağırlıklı olarak babasının Reis’in “Hocam” dediği imam Muhammed Emin Saraç olması nedeniyle YÖK başkanlığına getirildi. İmam ölünce de gözden düşme süreci hızlandı.[8]Yekta Saraç’ın ardından (YÖK üyesi olmamasına rağmen) YÖK başkanlığına getirilen İslâm İktisadi Araştırma Merkezi İKAM’ın danışma kurulu üyesi Erol Özvar ise rektörü olduğu Marmara Üniversitesi’nin yeni kampüsüne “Recep Tayyip Erdoğan Külliyesi” adını verecek ve 15 Temmuz vesilesiyle üniversitesinde “FETÖ ile Mücadelede İletişim ve Din Algısının Önemi” konulu panel düzenletip bu panelde ateşli konuşma yapacak kertede[9] ateşli bir yandaş…
YÖK başkanları böyle olunca, rektörlerin “ne” olabileceğini varın siz tahmin edin. Ya da durun, Veli Ağbaba’dan naklen, ben söyleyeyim:
“Son yıllarda ‘Deve sidiği şifadır,’ diyen hocalar[10], ‘Ülkeyi ayakta tutan cahil hâlktır,’[11] diyen rektör yardımcıları, ‘Müziğin icrası, dinlenmesi haramdır,’ diyen fetvacılar[12], ‘Kadınla tokalaşmak ateş tutmaktan daha korkunç,’ diyen rektör[13], ‘İslâmî olarak şu anda Cumhurbaşkanına itaat etmek farz -ı ayn’dir’ diyen rektör[14] anlayışıyla karşı karşıyayız. Yine, ‘Cep telefonunu Hazreti Nuh buldu[15], Google’ı Sultan Abdulhamit buldu’[16] diyen bir anlayışla karşı karşıyayız.”[17]
Hâl böyle olunca, üniversitelerin “akademik faaliyetleri” de “Yaratılış Kongre”leri düzenlemek[18], “sülük, hacamat, hipnoz, ozon terapi” gibi uygulamaları, “Geleneksel ve Tamamlayıcı Tıp Araştırma ve Uygulama Merkezi” çatısı altında yüksek lisans ve doktora programı müfredatına almak[19], İslâmî usullerle, helal bisiklet projesi hazırlamak[20] vb. olacaktır.
Öğretim elemanları aracılığıyla üniversitelere nüfuz eden ve onları adeta aralarında “paylaşan” tarikat/cemaatler, vakıfları aracılığıyla kendi üniversitelerini rahatlıkla kurmaktadır. Somut örnek, Nakşi yönelimli İlim Yayma Cemiyetinin vakfı tarafından kurulan İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesi, yine Nakşibendi İskenderpaşa cemaatiyle ilişkilendirilen Ankara Mediopol Üniversitesi…
Söz öğretim elemanlarının kalitesinden açılmışken, özellikle yeni (AKP mamulatı) üniversiteleri saran nepotizmden (=eş-dost kayırmacılığı) söz etmemek konuyu eksik bırakmak olur. Taşra üniversitelerinin atanmış rektörlerinin ilk işi akademik ve idarî kadroları eşleri, oğulları, kızları, teyze-amca çocukları, enişteleri vb. ile doldurmak oluyor. Tabii yetki ve güçleri çerçevesinde dekanlar, bölüm başkanları da aynı yolu izlemekten geri durmuyor. Böylelikle örneğin Karadeniz Teknik Üniversitesi rektörü Prof. Dr. Süleyman Baykal üç kızı, bir damadı ve yeğenini akademik kadrolara yerleştirirken, Pamukkale Üniversitesi rektörü Prof. Dr. Hüseyin Bağ adrese teslim ilan ile eşini enstitü sekreterliğine atıyor, Batman Üniversitesi rektörü Prof. Dr. Aydın Durmuş eşini ve oğlunu akademik kadrolarda görevlendiriyor, Gaziantep Üniversitesi’nde yöneticilerinin eşleri öğretim görevlisi olarak aynı üniversitede görev yapıyor. Mersin Üniversitesi’nde Rektör Ahmet Çamsarı’nın yeğeni Sena Karakuş Eğitim Fakültesi’nde görev yapıyor. Sivas Cumhuriyet Üniversitesi’nde açılan sınavı, öğretim üyelerinin eş ve çocukları kazanıyor…[21]
AKP ya da cemaatlerle “iltisaklı” olmayan öğretim elemanları ise, öğrenci ve ders yüküyle baş etmek, gelirlerini arttırmak için ek ders peşinde koşmak, daralan üniversite bütçelerinin[22] sırtlarına yüklediği angaryayla baş etmek ve son zamanlarda üniversitelerde pıtrak gibi biten “muhbir öğrenci”lerin hışmından kaçınmak için en yavan, en sade suya tirit bilgileri tekrar etmekten başka bir şey yapmıyorlar.
Böyle üniversitelerden kaliteli bilim, kaliteli öğretim beklenir mi?
– Akademik hırsızlık, bilimsel çürüme. Öğretim elemanlarının, dolayısıyla da yüksek öğretimin kalitesizliği kaçınılmaz olarak beraberinde bilimsel çürümeyi getiriyor.
Bunun bir göstergesi, plagiarism ya da intihalcilik. İntihaller (çoğu “kes-yapıştır” tekniğiyle hazırlanan lisans ödevlerini saymazsak) yüksek lisans/doktora tezlerinde başlayıp akademik terfiler için hazırlanan “bilimsel makaleler”de süregidiyor. Boğaziçi Üniversitesi’nde yapılan bir araştırma yüksek lisans ve doktora tezlerinin yüzde 34’ünde “ağır intihal” saptandığını yani bilimsel hırsızlık yapıldığını ortaya koydu. İş bununla da kalmıyor; şu an internete girip “yüksek lisans-doktora tezleriniz alanından akademisyen tarafından özenle hazırlanır” türünden ilanlarla karşılaşmanız mümkün. Bu alanda “hizmet” veren şirketlerin sayısı gün geçtikçe artıyor.
“Akademik” yayınlara gelince… Elhak bu konuda Türkiye bir derece sahibi oldu. Para karşılığı, şaibeli ya da sahte dergilerde yayın yapma konusunda dünya üçüncüsüyüz (Hindistan ve Nijerya’dan sonra.)[23] AKP iktidarı ne kadar öğünse azdır! Gerek intihal olaylarının bolluğu, gerek Türkiye üniversitelerinden akademisyenlerin “akademik” yayınlarının uluslararası endekslerce taranmayan, parayla makale basan “fake” dergilerde yoğunlaşması nedeniyle Webometrics tarafından sıralamadan çıkartılması, çürümenin boyutları konusunda bir fikir veriyor.
Özetle, “Şahsım” rejiminde Türkiye üniversitelerinin hâli, düşük başarı puanlı öğrencilerin[24] düşük nitelikli öğretim elemanlarından sıkış-tepiş dersliklerde ders gördüğü, kütüphaneden, sosyal tesisten yoksun, ders dışındaki zamanlarını çevredeki kıraathanelerde, internet salonlarında geçirdikleri, yurt bulamadıkları için ya cemaat yurtlarında ya da 7-8 kişi paylaştıkları yüksek kiralı, sağlıksız dairelerde barınıp karınlarını-makarna ekmekle doyurdukları bir sefalettir.
Öğrenciler de bu durumun farkındadır ki, “taşra üniversitelerinden kaçış” yaşanıyor. 2021 yılı Yüksek Öğretim Kurumları Sınavı (YKS) yerleştirme sonuçları hem kamu hem de vakıf üniversitelerinde birçok bölüm boş kaldığını gösterdi. 1300’e yakın bölüme yerleşen kişi sayısı 10’un altında kaldı. Ayrıca tam 169 bölüm kimse tarafından tercih edilmedi. (…) Ayrıca küçük sayılabilecek birçok kentteki üniversiteler de tercih edilmedi. Örneğin Adıyaman, Amasya, Iğdır, Ardahan gibi illerde üniversitelerde oldukça fazla bölüm boş kaldı. Toplamda ise boş kalan kontenjan sayısı 195 bin 304. Bu kontenjanın 120 bin 167’sini 4 yıllık lisans programları, 75 bin 137’sini ise 2 yıllık önlisans programları oluşturdu.”[25]
“Şahsım”ın iddiaları ne olursa olsun, görünen köy, kılavuz istemez. AKP iktidarında Türkiye üniversiteleri küme düşüyor. 2020 dünya sıralamasında, bu ülkeden sadece iki üniversite ilk 500’e girdi. İlk bin üniversite içinde ise Türkiye’den sadece 34 üniversite var. Mühendislik eğitimi veren üniversitelere gelince, durum daha da vahim gözüküyor. ODTÜ bünyesinde oluşturulan URAP’ın dünya çapında mühendislik eğitimi veren üniversitelerin akademik performanslarına göre yaptığı sıralamada ilk 300 içinde Türkiye’den hiçbir üniversite yer almıyor. İlk 500 içinde sadece 2, ilk 1000 içerisinde ise sadece 16 üniversite bulunmaktadır. Dahası, 2 vakıf üniversitesi dışında bu üniversitelerin tamamı 1990 yılı öncesinde kurulan üniversiteler…”[26]
Evet, “uzaya gideceğiz, yerli otomobil üreteceğiz”, “AR-GE ve inovasyonu teşvik eden işbirliğine açık bir iklimin oluşmasını, tematik alanlarda ihtisaslaşmasının sağlanmasını hedefliyoruz. Tek tipçi anlayıştan uzaklaşan üniversitelerimiz, farklı değerler üretir hâle gelerek birbirinin kopyası olmaktan çıkmıştır…” “Önümüzdeki dönemde yükseköğretim sistemimizin rekabet gücünü daha da arttırmak için adımlar atmayı sürdüreceğiz…”[27] yollu vaatler kulağa hoş gelebilir, ama bu vaatlerin gerçekleşmesinin zemini olan üniversitelerde, “hâl ve gidişat budur”…
Ve bu zihniyetle düzeleceği filan da yoktur!
30 Ekim 2021 15:30, Ankara.
N O T L A R
[1] 6 Kasım 2021 tarihinde düzenlenen “YÖK’ün Kuruluşu ve Üniversitelerin Genel Durumu” başlıklı e-panel için hazırlanan sunum… Newroz, Kasım 2021…
[2] Eduardo Galeano, Biz Hayır Diyoruz, çev Bülent Kale, Metis Yay., 2008, s.112.
[3] “Erdoğan, ‘Sadece Kızlardan Oluşan Üniversite’ Hayalinden Vazgeçmedi”, Cumhuriyet, 26 Ekim 2021, https://www.cumhuriyet.com.tr/turkiye/erdogan-sadece-kizlardan-olusan-universite-hayalinden-vazgecmedi-1879762
[4] Özgür Müftüoğlu, “Üniversiteler, AKP ve YÖK Tartışmaları”, https://ozgurlukdunyasi.org/arsiv/310-sayi-136/1075-universiteler-akp-ve-yok-tartismalari
[5] “AKP’nin yükseköğretim stratejisi çöktü: Vakıf ve taşra üniversiteleri boş kaldı,” Gazete Manifesto, https://gazetemanifesto.com/2021/akpnin-yuksekogretim-stratejisi-coktu-vakif-ve-tasra-universiteleri-bos-kaldi-461199/
[6] Tahsin Yeşildere, “AKP İktidarında Üniversiteler”, Bianet, 9 Haziran 2020, https://m.bianet.org/bianet/yasam/225404-akp-iktidarinda-universiteler
[7] Yagk.
[8] Barış Terkoğlu, “O Gece Ne Oldu Öyle?”, Cumhuriyet, 2 Ağustos 2021.
[9] “Türk Milleti Demokrasisine, Geleneğine, Örfüne Ve İradesine Sahip Çıktı” (Yeni Akit, https://www.yeniakit.com.tr/haber/turk-milleti-demokrasisine-gelenegine-orfune-ve-iradesine-sahip-cikti-843202.html)
[10] Yalova Üniversitesi İslâmî İlimler Fakültesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Ebubekir Sifil.
[11] Sabahattin Zaim Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Bülent Arı.
[12] İslâm Hukuku Profesörü Hayrettin Karaman.
[13] Adıyaman Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Mustafa Talha Gönüllü.
[14] Harran Üniversitesi rektörü Prof. Dr. Ramazan Taşaltın.
[15] İstanbul Üniversitesi Deniz Bilimleri Fakültesi Öğretim Üyesi Dr. Yavuz Örnek.
[16] Sakarya Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ebubekir Sofuoğlu.
[17] CHP Genel Başkan Yardımcısı Ağbaba: “Üniversiteler AKP’nin Yeni İş Alanı Oldu” https://www.chp.org.tr/haberler/chp-genel-baskan-yardimcisi-agbaba-universiteler-akpnin-yeni-is-alani-oldu
[18] “Dumlupınar Üniversitesi’nde Said Nursi’yi övme yarışına dönüşen Yaratılış Kongresi’nde laikliği hedef alan sunumlar yapıldı. İTÜ’den bir idari personele göre, din ve fen-sosyal dersler ayrımı ‘part-time Müslümanlığı’ artırıyor.” Aynı Kongre’de “Celal Bayar Üniversitesi’nden Prof. Dr. Bünyamin Duran da sunumunda ‘üstat’ olarak bahsettiği Nursi’den hareketle ‘Yaratma sürecinde hava atomlarının fonksiyonu’ başlıklı sunum yaptı. ‘Atomların, şifreli mesajlarla birlikte ilahi kelimeleri taşıdığını’ söyleyen Duran, Nursi’nin öne sürdüğü ‘ilahi mesajların yüklendiği atomların gerekli varlıklara gittiği ve böylece o varlıkların oluştuğu’ tezinin ‘dikkate değer’ olduğunu vurguladı. (…) Duran, Nursi’nin bahsettiği ilahi kelimeleri taşıyan atomların, melekler olduğunu öne sürdü.” (Sefa Uyar, “Yaratılış Kongresi’nde Laiklik ve Ders Kitapları Hedef Alındı”, Cumhuriyet, https://www.cumhuriyet.com.tr/turkiye/yaratilis-kongresinde-laiklik-ve-ders-kitaplari-hedef-alindi-1879944)
[19] Şeyma Paşayiğit, “Hacamat Yüksek Lisansta! Sülük Mastırı”, Cumhuriyet, 25 Mart 2019, s.3.
[20] “Uluslararası Teknolojik Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar Vakfı (UTESAV) tarafından düzenlenen ‘Teknoloji, Medeniyet ve Değerler-II’ konulu Düşünce Fırtınası toplantısında ortaya atılan ‘İslâmî Bisiklet’ tartışması ilgi çekti. Yıldız Teknik Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürü Prof. Dr. Alparslan Açıkgenç, İslâmî bir bisikletin üretilebileceğini belirterek, ‘Allah’ın rızasını gözeterek ve insanlara faydalı olması öncelenerek üretilen bir bisiklet İslâmî bisiklet olur’ dedi. Gaziantep Üniversitesi İletişim Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Türkay Dereli de ‘Boyası insan sağlığına zararlı olan bir bisiklet İslâmî olamaz,’ diye konuştu.” (“Helal Bisiklet!”, Akşam, Eylül 2012, https://www.aksam.com.tr/guncel/helal-bisiklet–137871h/haber-137871)
[21] “AKP İktidarının Yandaş Bahçesi Üniversiteler Nepotizm Merkezi Oldu”, Özgür İfade, 14 Ağustos 2020, https://ozgurifade.com.tr/2020/gundem/akp-iktidarinin-yandas-bahcesi-universiteler-nepotizm-merkezi-oldu-13386/
[22] “Yükseköğretim bütçesine baktığımızda; 2002 yılında 2 milyar 495 milyon 967 bin 700 TL. iken, 2020’de üniversiteler için 36,1 milyar TL. olarak öngörüldü. Üniversitelerin Gayri Safi Yurtiçi Hasıladan 2002’de aldığı pay 0.94 iken bu oran 2020 yılında yüzde 0,99 oldu.” (Tahsin Yeşildere, a.y.)
[23] Tahsin Yeşildere, “AKP İktidarında Üniversiteler”, Bianet, 9 Haziran 2020, https://m.bianet.org/bianet/yasam/225404-akp-iktidarinda-universiteler
[24] Eğitim uzmanı Ali Taştan’ın deyişiyle, “90’lı ve 2000’li yıllardan önce öğrenciler soruların neredeyse yüzde 30-40’ını yapamadığında 4 yıllık bölümlere yerleşemiyordu. Ancak günümüzde toplam soruların yüzde 10’unu yapan öğrenciler 4 yıllık bölümlere yerleşebiliyorlar. Her geçen yıl daha az soru yapan çocuklar 4 yıllık fakültelere giriyor. Bu gittikçe daha da aşağı iniyor ve nitelik düşüyor.” (“AKP’nin Yükseköğretim Stratejisi Çöktü: Vakıf ve Taşra Üniversiteleri Boş Kaldı,” Gazete Manifesto, https://gazetemanifesto.com/2021/akpnin-yuksekogretim-stratejisi-coktu-vakif-ve-tasra-universiteleri-bos-kaldi-461199/)
[25] Mustafa Kömüş, “Barajı düşürmek bu gerçeği örtmez”, Birgün, 01.09.2021, https://www.birgun.net/haber/baraji-dusurmek-bu-gercegi-ortmez-357156
[26] “AKP’nin Yükseköğretim Stratejisi Çöktü: Vakıf ve Taşra Üniversiteleri Boş Kaldı,” Gazete Manifesto, https://gazetemanifesto.com/2021/akpnin-yuksekogretim-stratejisi-coktu-vakif-ve-tasra-universiteleri-bos-kaldi-461199/
[27] Recep Tayyip Erdoğan’ın üniversite konusundaki vaadleri: Bkz. “Cumhurbaşkanı: Recep Tayyip Erdoğan Adını Taşıyan Bir Üniversiteye Yakışan Türkiye’de İlk 10’a Girmektir” https://www.indyturk.com/node/314881/haber/cumhurba%C5%9Fkan%C4%B1-recep-tayyip-erdo%C4%9Fan-ad%C4%B1n%C4%B1-ta%C5%9F%C4%B1yan-bir-%C3%BCniversiteye-yak%C4%B1%C5%9Fan5