SU VE YIKIMIN KÜLLERİNDE YAŞAMAK

featured
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Fetih Doğan Koç 

Demiri; ilk köyün değirmenine babasıyla buğday götürdüğünde görmüştü. Ürpertici bir görünümü vardı. Dönen pervanelerin arasında hırçın ve sert bir biçimde fışkıran suyla göz göze geldiğinde ürktü, geri kaçtı. Tekrar demirin çarklarından suyun fışkırdığı kanala süzülerek yaklaştı. Kafasını kaldırdı yeniden bu korkunç görüntüye baktı. Baktıkça; bu küçük köy değirmeni koca bir kale görünümü ile ölüm canavarına benzetti. Bu korkutucu görünümden hemen uzaklaştı, değirmenin üst tepesindeki ceviz ağacının altında oturdu.

Değirmen, süğüt ağaçların orman gibi sarıp sarmaladığı ve içinde ırmağın geçtiği, büyük ceviz ağaçların gök yüzüne yükseldiği, etrafı tarlalarla çevrili, yeşilin hakim olduğu, kelebeklerin, sincapların, karıncaların, kuşların ve börtü böceğin bolca olduğu, cenneti andıran bir doğanın tam ortsında kurulmuştu. Eski insanların anlatımına göre değirmen ermenilerden kalmadır. Yani o döneme göre Ermenilerden Zımeq’e kalan bir un fabirakası deniliyordu.

Roza tepede yeşillerin içinde uçuşan renga renk kelebeklerin seyrinde babasının değirmenden çıkmasını bekliyordu. Suyun gürültüsü doğadaki tüm sesleri bastırıyordu. Değirmenin içindeki sesler hiç duyulmuyordu. Bir ağaç kakanın (Tik Sıleman) gelip değirmene giden harktan su içmesine gözleri takıldı Roza’nın. Ağaç Kakanın su içmesini izlerken, babası değirmen kapısından beyaza bürünmüş şekilde çıktı. Babasını beyazlar içinde gören Roza, elindeki ağaç dalını suya attı ve ikinci bir şaşkınlık korkusu sardı kendisini. Şaşkınlık içinde babasının yanına koştu.

Babasının saçları, kaşları, sakal ve bıyıkları beyaz tozlar içindeydi. Bu beyazlar içinde kendisine gülümsemesini anlamlı anlamsız bir tedirginlikle karşılık verdi Roza.

-Baba neden değirmenden beyazlaşarak çıktın, orda ne var?

-Değirmendir çenam (kızım). Bizim getirdiğimiz buğdayı un yapıyor, bizde unu alıp ekmek yapıp yiyoruz. Bu değirmen olmazsa bu köy aç kalır.

-Ama o bizim su yukardan değirmene sesiz ve güzelce gidiyor. Değirmenden fışkırarak çıkıyor, beni korkutuyor. Birde o dönen demirler çok kötü.

-Çenam o su yukardan gelip o demirlere vuruyor, o demirler dönüyor, döndükçe değirmenin taşıda dönüyor. Buğday o dönen değirmen taşına düşüyor ve un oluyor. O demirler dönmese bizde ekmeksiz kalırız. Na sala ari ze na dünya çerğdana çenam. (Bu değirmen taşıda dünya gibi dönüyor kızım.)

Sohbet devam ederken, iki torba unu değirmenin sahibi Keze İjma ile birlikte katıra yüklediler. Roza eve varana kadar babasını adeta soru yağmuruna tutmuştu. Eve varıdıklarında, hemen koşup halası Mayram ve Fate’ye gördüklerini anlattı. Gördüğü o korkunç demirleri, buğdayı un yapan o koca sal taşını nasıl demirler tarafından döndürüldüğünü, suyu nasıl canavarlaştırdığını tek tek anlattı halalarına. Halaları Roza’ya önce güldüler, sonra değirmenin faydalarını anlatılar kendisine. Roza, halaların öğütlerini dinlerken, gözleri duvarda asılı diğer bir halasının fotoğrafına kilitlendi. Nuray halasını düşündü. Nasıl vurulduğunu, hangi demir halamı öldürdü gibi düşünceler kemirdi kendisini. Nuray; Bingölde devlet güçleriyle partizan güçlerin çatışmasında vurulmuştu. Nuray devlete karşı partizan silahını kuşanmıştı.

-Mayram hala, halam Nuray’ı da demirlemi öldürdüler?

Roza’dan böyle bir soruyu hiç beklemişlerdi. Ani sorulan bu soruya Mayram şaşırmıştı, şaşırmanın ötesinde nefesi düğümlendi gögsünde. Gözleri doldu, sesi boğuk boğuk oldu ve cevap veremedi. Roza’nın sorusunu halası Fate kısada olsa cevapladı.

-Rozam halan devletin haksızlıklarına karşı partizancı oldu. Partizanlar bu devleti yıkmak istedikleri için devletle kavgaya girmişler. Devlete, partizanlarda silahlılardır. Halan’da devletle girdiği çatışmada, devletin silahıyla vurulmuştu.

-Silahta demirdenmi hala?

-Evet demirden Rozam.

Roza, halaların üzüldüğünü görünce, soru sormaktan vaz geçti. Evden dışarı çıktı Kemere Gang diyarında oturup Koye sur ve Barık dağlarına bakıp, dağdaki amcasını düşündü. Düşünce anaforasına kapılan Roza, değirmendeki dönen demir pervanesine kaptırmıştı kendisini. “Bu korkunç demir pervane önüne geleni her şeyi kesip, biçip yıkıp savuruyor yok ediyor. Amcam şimdi dağlarda demir olan silahla dolaşıyor. Amcamda partizancı, ve ay altında, yağmur çamur demeden arşınlıyor bu dağları. Ben büyünce ne olacam; partizancımı, yoksa öğretmenmi? İkisi de olunmazmı? Bilmiyorum. Amcam köye geldiğinde kendisine sorayım” diye konuştu içinden. Düşlerede gezinirken ayağa kalktı, alt tarafta ceviz ağacı altında oynaşan iki sincapı izlemeye koyuldu. Sınacpların oynaşmasına kaptıran Roza’yı küçük kardeşi Artula’nın kendisini çağırmasıyla dikati dağıldı. Gelen sese döndü, kardeşine cevap verdi. Kardeşi Artula’nın yanına gitti, elinden tuttu köy harmanında oynayan çocukların yanına gittiler.

Roza, 1937-38 Dersim yıkımını bütün Dersimli çocuklar gibi masal niyetinde dinlemişti Neneleri ve Dedelerinden. Ermeni yıkımını detaylı olmasada, kalan tarihi ermeni kalıntılarınından anlatılan hikayeleride dinlemişti köy yaşlılarından. Bu masallara 1980 ve sonrası köy meydanlarında devlet tarafından yapılan vahşetlerinede çocuk gözleriyle tanık olmuştu. Tüm köylülere yapılan meydan dayağı ve işkencelerin acısıyla büyüyordu hayatın kendisi. Gördüğü, yaşadığ ve dinlediği masallarla 1990’lı yılara Roza’yı taşımıştı. Roza artık genç ve oğrencidir. Yaşanan ne varsa görüyor, izliyor ve yorumluya biliyordu. 1993 kış ve zemperi soğunda amcası Ovacık’da devletle girdiği çatışmada üç yoldaşıyla vuruldu haberini almıştı. İçinde yıkım enkaza dönüşüyordu adeta. Enkaz ülkede tüm yaşamı etkiliyordu. Yıkım, yıkımla geliyordu, yıkılan yürekler, düşler, hayeller ve sevdalar İrfan olup toprağa düşüyordu. Kül yangına, yangın ismini sürgünlere kayd ediyordu. Nenesi Sure, amcasının cenazesinde yaktığı ağıtı yüreğinin en derinliğine gömerek yaşamın merdivenlerin basamaklarına atarak nenesinin yürek dağlıyan sesiyle büyüyordu.

Savaşın içindeki çocuklar erken büyüyor. Bu onların isteği dışında gelişen bir süreç. Çocuklarda bu sürecin serüvenine kapılarak payına düşeni alıyorlardı. 1993 kışı bitmiş, 1994 ilk bahar boy vermişti. Devlet kış boyunca sinsi bir şekilde kendini ilk bahara hazırlamıştı. Ankara, bölgede ne varsa yıkmak istiyordu, “Taş taş üstünde kalmamalı, sadece insan değil, doğayla yok etmeliyiz, başka türlü bu çibanın başını ezemeyiz.” Ankara, Dersimi yakıp yıkıyordu. Köye hayat veren Ermenilerden kalma değirmeni dozerle yerle bir eti devlet. Köyler bombalanıyor, ormanlar, hayvanlar, tarlalar ve devletin ordusu önüne geleni ateşe veriyordu, yakıp yıkıyordu. Devletin ordusuna direnenler işkenceden geçiriliyor, infaz ediliyor, tutuklanıp cezaevlerine atılıyordu. Ölüm ölümü izliyordu. Nenesinin kalbi dayanamaıştı bu zulüme. Dedesi Hozat’a kadar kalbi dayana bilmişti. Babası tutuklanmıştı. Çocukluğunda dinlediği 1938 masalları artık hayatında canlı bir şekilde ceryan ediyordu Roza’nın yüreğine. Depresyon, acı, çığlık, sesizlik, çatlayan yürekler, çıldıran beyinler, yoksuluk ve yer yüzündeki tüm acılarıyla yaşam içi içe geçmişti. Ve hepside sürgünde yollardaydı.Travma hayatın her alanına yayılmıştı. Roza bu travma içinde kardeşi Artula, anesi Dilberı ve iki halası ile birlikte İzmir’e amcasının yanına göç etiler.

İzmir, Roza, Yıkım ve Dönüş

Varlığı uzaklarda kalmıştı. Oynadığı harmanlar, koştuğu patikalar, dereler, ırmaklar, dağlar, kuşlar, kelebekler, otlar, taşları devrik mezarları, kısacası her şey yok olup gitmişti. Cıvıl cıvıl hayat dolu olan köy depremle yerle bir olmuştu sanki Roza’da. 

İlk defa bu kadar kalabalık insan, deniz, apartmanlar, evler, arabalar, tren, oto garlar, bağırmalar, çağrışmalar ve koşuşturmacaları görüyordu. Okul tıklım tıklım çocuk doluydu. kendisine her şey yabancıydı, kendiside buraya yabancıydı. Lakin gezmeye gelmemişti, zorunlu olarak sürgün edilmişti. Gönülüğün geçersiz olduğu bu dünyada, zorunluluk dialektiğin işlendiği bir süreç hakim hala gelmişti. Yaşadığı bu travmayla orta okul, orta okulu lise serüveniyle yıllar yılları devirdi. 

Dünya yorgun düşürdüğünde, ay ve yıldızlar yorgun çıkar geceye. Güneş yakıcılığını hüzünlü sarı bir atmosfere bırakır, canlı varlık kendi dünyasına sığınır, kendi hayal dünyasında soluklanır insan. En çok da çocuk. Bedenin ne kadar küçükse, kurulan dünya da inadına o kadar büyük olur. İmkansız yoktur orada, uzak yoktur. Hayal kurmak, çocukların daha özgürce kullanabildiği, zamansızlığa ve mekansızlığa açık bir bilettir. Roza’da biletini yaşadığı, gördüğü, öğrendiği bilgi birikimiyle demirin korkunç ölüm makinasının adı olan silah, halası Nuray ve amcası Teko’nun omzundaki demirle yıkımın yoluna kesti. “Bu olüm makinasını yok etmenin tek yolu bir kerede olsa zorunlu olarak kuşanmalıyız bizler bu silahı” diyordu Roza öğrenci evlerindeki toplantılarda, okul anfilerinde, organ toplantılarında.

Üniverste döneminde Roza’yı evde görmek imkansızdı. Korsan eylemler, illegal pankart asmalar, partizan hücre toplantıları, duvar yazılamaları, ajtasiyon propaganda, yürüyüş eylemliklerinden süzülerek büyüyordu Roza. Bilgi ışığıyla donanmış, kendisine yaşatırılan bu acıyla, zulimle, insanlığı, doğayı yok eden bu çürük tekli ve inkarcı beyinle oluşan devlet aygıtı ve bu demirile hesaplaşmaya karar vermişti. Dönüş biletini dağların zirve duraklarına kesmişti. Roza bir partizan kadındır artık. Güzelden, sevdalardan, aşktan ve bahar ikliminden yana akan bir yaşam nehirini inşaa etmek için, yıkıma adım atmıştı partizan Roza.

İlk durağı mercan dağlarıydı. Ay altında Munzura uzanan patikalardan partizan yürüşünden ilk dağ sınavını vererek yoladaşlarıyla Munzurun yamaçlarına gelmişti. Yürüş boyunca bol sohbet ve kahkalarla zamanı arşınlamışlardı. Çay molası ve dinleme sefasında uyku sarıp sarmalamıştı partizanları. Güneşin gölgesi altınada nöbet değişimi ile günün sesizliği yırtılıyordu kütük ve demirin kabzasında. Buram buram kekik ve mantar kokan dağların özgürlüğüne sığınmışlardı yarının inşaa ustaları. Güneş Munzurların zirvesinde el sallarken güne, kutup yıldızı ve ay ufukta belirtmeye başlamıştı. Uyku ve dinleme molasıda bitmişliğin haberciyidi bu güneş ve ay nöbetin değişimi.

Uyku ve dinleme yerini yürüyüşe bırakmıştı. Gündüz ve gecenin yeri farklıydı dağ yaşamın. Haklıyla haksızın, zengin ile yoksuları temsil eden güçlerin dialektiğin kavgası işleniyordu dağlarda. Cıgara dumanı eşliğinde tepeler ve dereler arşınlanırken, partizanlar Laş dersini, Halwori gözeleri ve Buyer diyarını geride bırakarak Deşt Askısor köyün ormanında güneşin selamıyla paganizmi yaşıyorlardı sanki. Roza’yı hiç uyku tutmadı. gece boyunca yürüdüğü patikalar, geçtiği yakılmış yıkılmş köylerin is ve sesizlik kokusu yüreğini dağlamıştı. Yıkımın tazeliği hala kendini koruyordu. Uyuyamıyordu, gözleri Koye Sıpi’ye (Beyaz dağ) bakıyordu Roza’nın.

Roza; tepede nöbet tutan Berfin yoldaşın yanına gitti. Nöbet tepesinden Koye Sipinin zirvesi daha net görünüyordu. Aşağılarda da boşalan köyler görünüyordu. Duvarları yıkık, duman karasının sinmiş taşların yanlızlığı yankılanıyordu terk edilmiş köylerde. “Akşam olsunda şu Koye Sipinin zirvesine çıkıp çocukluğumu göreyim” diyordu yüreği. Koye Sipini öbür tarafı Zımeq köyü duruyordu. Heycan ve hüzün gelip Roza’nın gögsünde düyümlenmişti. Son bir kerede olsa çocukluğun geçtiği, bugünki düşüncelerin kendisinde olgun hala getiren, ve varlığını bıraktığı köyünü görmek istiyordu. Yıllar sonra çocukluğunu görme heycanından dolayı uyuyamıyordu. Nöbet yerinde Berfin yoldaşıyla köyün muhabetine dalmışlardı.

-Roza yoldaş kaç kardeşsiniz?

-İki, benden küçük bir kız kardeşim var.

-Adı ne?

-Artemiz. Ama biz ona hiç Artemiz demedik. Hep Artula olarak hitap ettik.

-Ne demek Artemiz, bir anlamı varmı?

-Benim; Roza (gün ve günün başlangıcı) adımı amcam takmış. Kardeşimin adınıda halam takmış. Şimdi amcamda, halamda yaşamıyor. Artemiz ismini önceleri ne anlama geldiğini bende bilmiyordum. Artemiz Yunan mitolojisinde ay ve av tanrıçasıdır. Halam Nuray Yunan mitolojisinden etkilenmiş galiba. Şimdi avcı olan benim bu dağlarda, kardeşim Artemiz ay olarak kaldı İzmirin gecekondu Erenler mahlesinde Berfin yoldaş.

Gün boyu değişen nöbetçi yoldaşlarıyla sohbet ederek güneşin batışını izledi. Akşam gölgesi bir perde gibi kapladı dağları. Partizan yürüyüşü Koye Sipinin zirvesi olarak belirlendi. Yürüyüş heycan ve umut dolu gözlerle ilerledi. Koye sipinin yamaçlarına vardıklarında, bir toplantı düzeni aldı partizanlar. “Bugün esas bu tarafa gelmemizin nedeni Zımeq karakolunu yıkmaktır. Karakol Çırtık denilen bir mezranın tam tepesinde, tepe mevcut tüm bölgeyi gözetmekte, bizim tüm planlarımız hazır. Bundan dolayı bütün yoldaşlar ona göre hazırlıklı olmalarını istiyoruz.” denildi komite tarafından. Roza konum olarak savaşçı olduğundan dolayı bu plandan habersizdi. Ama komitenin bu eylem planını açıklamasından sonra kalbi duracak gibi oldu. Sanki hep bu anı beklemiş. Ve o beklediği gün gelmiş Roza’nın ilk tetik düşmesinde keşişmişti. Lakin bu aynı zamanda Roza’nın partizan olarak ilk dağ eylemiydi.

Gecenin içinde parlayan yıldızların dışında sadece ayın görünümü vardı. Zımeq tepesinde kurulu karakolun etrafında güçlü projoktör lambalarıyla sesizlik içinde duruyordu. Kırnik ve Hopik tarafından gelen köpek seslerine partizan sesleri karıştı geceye. Sesler geceyi yırtıp Barık dağında yankılanıp geri dönüyordu. Ani bir şekilde geceyi sese boğan partizan eylemi doğada tüm canlıları uyandırmış ve merakla ne oluyor beklemeye koyulmuştu. Zımeq ve çevre köylerde kalan yaşlılar hemen dışarı çıkıp geceyi çıldırtan bu sesi tedirgin ve müjde heycanıyla beklemeye koyuldular.

Gece olanlara sadece ay ve yıldızlar tanıktı. Partizan yıkıp geçmişti devletin kalesini. Roza çocukluğunda yaşadığı ve gördüğü zulimin hesabını soruyordu. Onlara ait ne varsa yıkıyordu. Kin kusuyordu, lanetler okuyordu, hesap soruyordu düzene. Yıkım eylemi başarıyla tamamlanmıştı. Yukarı Zımeq’den girdi yola aşağı Zımeq merkezine gitmek için tüm köyü baştan başa yeniden çocukluğunu yaşamak istiyordu. Çırtik, Wank, Prkanio, Nişenge ve Yine Beg mezralarını arşınladı önce. Yıkmıştı içindeki tutsaklığı, açmıştı gömleğinin dügümlerini ve vurdu karanlığın ortasında patikada çocukluğuna doğru Zımeq’e.

Çocukluğunu görerek yürüyordu köy yolarında. Beraber anılar biriktirdiği esmer çocukların kara gözlerindeki işıltıları canlanıyordu yüreğinde Roza’nın. Gözlerinde bal sarısı, saçlarında papatya çiçekleriyle örülü kız çocukların çığlığ düşüyordu kulaklarına. Zımeq’de tek Ermeni kadın olarak kalan Elif ana’nın sevgi ve şefkatle kendisine banyo yaptırırken söylediği Ermenice şarkının melodisini duyumsadı, gözleri buharlaştı, ağlamaklı sürdürdü yürüyüşünü kimseye hisetirmeden. 

Şafak söktüğünde aşağı Zımeq’e varmışlardı. Roza renge renk duygu anaforasındaydı. Buram buram çocukluğun kokusunu çekiyordu içine. Şafağın serinliğide tenini okşuyordu rüzgar. Yüreğinde bir sıcaklık hissediyordu. Sıcaklık gelip konmuştu çocukluk gülüşlerin bıraktığ mekana. Bilemiyorum ama duyguları bir şeyler anlatmak istiyordu. Duygularını dinlerken yavaş yavaş durgunlaştığını hissediyordu. Yıkık evin pagında oturdu, kendi çocukluk hayallerine göç etti. Özgürlük için oynadığı ilk reqyısını (dans) anımsadı. Ve reqayısın seyrindeki bütün köy çocukların kahkalarını duyumsadı kulaklarında. Tek tek yaşanılan tüm anılar gelip kendisine sarılmıştı yıkımın içinde. Çocukluğunu bıraktığı yıllar sonra kendi köyüne yeniden kavuşmasının heycanı ve hüznüyle gözlerinden yılların özlemi, hüznü, acısı, öfkesi ve yıkımın kini akıyordu. Ağlıyordu Roza.

Kendisi bir savaşçı olarak bir gün çocukluğuna döneceği hiç aklına gelmezdi. Bir bütün olarak eski gönlerini düşünüyordu. “Tüm çocukların hayelleri öylesine güzeldi ki, öylesine saf ve içtendiki, öylesine mahsun, öylesine çocuktuki, nasıl, nasıl kıyabildiniz bu mahsun sevdalara. Ey zalim, ey güzel hayalirin katili artık istediğin gibi yıkamıyacaksın tebesümlü mavi gülüşlü dünyaları” andı içiyordu, ah kesiyordu iç dünyasında. Sanki çocukluk dünyasında yeniden yaşıyordu kendini. Ruyamıdır, hayalmidir hiç uyanmak istemiyordu kendi öz mekanından. Çocukluk hayallerine dalıyor ve yeniden yaşıyor gibi düşünüyordu.

“Çocukluğumu anımsıyorum nedense. Yaşam gerçekliğini ilk olarak anlamak istediğim o günler aklıma geliyor. Ve o an yeniden yaşadığımı sandığım anılarımı hatırlıyorum bir kez daha. Yaşamı, segiyi ilk sende tanımıştım. Hozanlık arazide koşuşturduğum günleri, yudumlarken bedenimi donduran soğuk suları, kardeşimle kavgalarımı, annemin sac ekmeğini ve Solasenoda yine vızdanıkta suyundan çay demleyişini hala dünmüş gibi hatırlıyorum. Çocukluğumu terk edip genç kızlık çağına geldiğimde, köyden zoraki bizi çıkarıp sürgün edip, uzak diyarlara gönderdiklerinde, kopmak istemediğim tüm güzellikleri ardımda bırakmıştım. Doğduğum Dersim toprağını, yorulmaksızın koştuğum hozanları, küçük su dereciklerini, coşkuyla oynadığım kuzuları ve çocukluk arkadaşlarımı bırakırken tıpkı genç kızlık çağıyla çocukluk oyunlarıma veda eden sessiz ağlayışım gibi ağlamıştım. Çocukluk oyunlarım gibi yaşadığım tüm güzellikler de yaşanmamış gibi arkamda kalmıştı. Şimdi halam Nuray, amcam Teko sizi çok iyi anlıyorum. ” Roza yıkımın içinde hem ağlıyor, hem isyan ediyordu.

Berfin yanaştı Roza’ya

-Saçlarını okşayarak “yoldaşım sen burdamı doğdun, Zımeqlimisin?

-Çocukluğumu; zorunlu olarak terk ettiğim köyümüde kaldı. Bu gördüğün dağlar, bayırlar, vadiler, ormanlar, dereler, ırmaklar, kuşlar, çiçekler, taşlar, kayalar, bu topraklarda, yani kısacası burda bizim dünyaya bakışımız, düşlerimiz, hayellerimiz ve sevdiklerimizin rengi, nefesi ve kokuları var. Onları soluyorum içimde, onları yaşıyorum yoldaşım.” Dedi ve Berfin yoldaşını sardı sarmaladı Roza. İkiside oturdular yıkık evin köşesinde ağladılar.

Roza; yanına Berfin, Piya, ve komutan Mara’yıda alarak köy mezarlığın ziyaret etti. Elif anayı anımsayarak eski ve yıkılmış, yok olmaya yüz tutmuş Ermeni mezarlığınıda ziyaert entikten sonra toparlandılar. Kısa bir değerlendirme yaptıktan sonra belirlenen yol güzargahına doğru kalktılar. Kemere Gangden geçip dere gomi vadisinde dinlenmeye çekildiler. Sığ meşe ormanın kapladığı vadi, ve vadinin içinden geçen ırmağın serinliğinde çay, sigara ve uyku ile donandılar. Gece tekrar vadi boyu yol alarak, taştan yapılı eski Ermeni köprüsünü geçip Rebete vardılar. Rebeti karşıdan gözetleyen Çığık karakolunuda yıkıp geçtiler. Yıkılmış Çığik köyün içinde durup mataralarına su doldurup soluklandılar. Çığıktan Qelem düjü ve Xeçi de geçerek tekrar koye sipide kamp kurdular. 

Yıllar yılları izlemişti, yıllarını eskitmişti Dersim’de. Gitmediği yer, basmadığı toprak bırakmamıştı. Muharebe muharebeyi izlemişti. pusulardan, sislerden geçmişti. uğultulu-uğultusuz geceler yaşamıştı. Deneyim, birikim ve tecrübelerle pişmiş, donanmış, Dersim’in tüm acılarından süzülmüş Munzur nehirine dönüşmüşti. Önderlik kademesine kadar ilerlemişti Roza. Düşünce belirtiyor, yazılar yazıyor, denetiminde var olan birliğinin sefk ve idaresini yapıyordu. Muzuru’dan Mercan’a geçtiler. Farklı bölgelerden gelen yoldaşlarıyla buluştular. Merkezi toplantı için toplanan partizanlar, yeni katılan ve çoktandır görüşemediği yoldaşlarıyla çay içip sohbet ettiler gece boyu. şafak sökmüştü, uyku ve dinlemeye tam çekilecektiki Kobane gericiler tarafından kuşatılımş haberi kampın ortasına bomba gibi düştü. Kobane kuşatılmış ve durum çok kritik olduğun Erzincandan gelen kurye haberi getirmişti. Zorunlu olarak radyo açıp haberleri dinlemeye başladılar. Evet durum kritik Kobane’de. Tolantının ana gündemide böylece değişmiş oldu ve tek gündem olarak Kobane’yi gündeme aldılar.

Gündem tartışıldı. Oy birliğiyle Kobane’ye Roza’nın denetiminde bir savaşçı birliğin hemen yola çıkılması kararlaştırıldı. Güneş sıcaklığını artırmış dağları izliyordu. Partizanlar yol hazırlıklarını tamamlıyorlardı. Telaş, heycan, buruk ve savaşma duyguları iç içe geçmişti. Bu duygularla yıkım ve inşaa işçileri Munzurdan yola koyuldular Kobane’ye gitmek için. Yüksek dağların ardına girmeye hazırlanan güneş, tüm dağları sarı sıcak bir renge bürümüştü. Partizanlar bu sarı sıcak atmosferde yürüşünü sürdürürken yüreklerinden Grup Munzur’un ezgisi dağları yankılamaya başlamıştı. “Ay dorukta kayboluncan / Tüm insanlik için parlar / Doğar sarı-sıcak bir güneş / Onlar el sıkışınca / Dağ doruğunda gizler / Su yatağında izler / Al sedefli şafakla yürür gerilla / Gün gelir gün degişir / Rüzgar ülkem olur gül iklim / Sahipleri tarih yazan / Gül yürekler iner dağdan / Gece güne çevrilir / Gün zafere evrilir / Al sedefli şafakla doğar dağlarda…/ Grup Munzurun türküsünü söyliyerek dağ dağ geçip gidiyorlardı Kuzey Kürdistanın bir sınırından güney Kürdistanın sınırına doğru.

Günler günlerle evrildi, sınır sınır puslu pusulardan geçtiler. Demir sağnaklar altında uyudular göğüslerinde halklara siper izleri taşıyarak. Yaralı mayısın göz yaşlarını Amed surlarında bırakmışlardı. Katmerleşmiş yaraları bir nebzede olsun parçalamak ve mehrem olmak için mataralardaki suyu damla damla içiyorlardı. Dağ ve ovaları geçerken adeta kasıklarına boşalmaktaydı terin tuzlu sesleri. Ay geceleri ayak izlerine vuruyordu, vurunca çatlatıyordu omuzlarında asılı demirin kabzasını. Egemenler tarafında beslenen yobazların kuşatmasındaki Rojava-Kobane kavganın ortasında bulmuştu kendini. Gözleri diyar diyar uzakların ışıltısan bırakarak yıldızların geceye olan yoldaşlığındaki tutkuyla, duyguyla ilerliyorlardı. Halkların sevgisiyle donanmış, sınırsız-sınıfsız bir dünya için kollarında demirin ağırlık bilinci, Parti saflarında dik başlar, özgürülük haykırışları göndere çekerek en yukarlara çıkıyorlardı sevdanın sıcak izlerinde. En yukarlara mavinin hakim kıldığı kadar aşkı yükleyerek damarlarına öyle yürüyorlardı Kobane’ye yarının kurucu ustaları.

Dereler, ırmaklar, dağlar, ovalar geçerek, nehirlerde yüzerek varmıştılar Kobane’ye Roza’nın insiyatifndeki yıkım ve inşaa savaşçıları. Kendilerini coşkuyla karşılayan Kobane halkların sevgi selin içindeydiler. Kenetlenmişlerdi duyguların yaşandığı savaşın ortasında. Bu sevgi selin içinden geçiyorlardı gideceği bölgelerine. Birde şehirlerden gelecek başka bir birlikleriyle buluşacaklardı. Şehirlerden gelen yoldaşların yanına götürmek için hazır bulunan Kobane kordinasıyon ekipten üç kişiden oluşan bir komüte Roza ve ekibini alarak diğer şehir partizan ekibinin bulunduğu cepheye gittiler. Şehirden gelen ekipte Dersimden gelecek yoldaşlarını bekliyorlardı. Şehir ve dağ ekibide heycanla buluşma duygularını yaşıyorlardı. Duygular an ve an patlamaya hazırlanırken Artemiz gelen ekibin önünde ablası Roza’yı görünce çığlık atarak, kolarını açtı Roza’ya koştu.

Roza kardeşi Artemiz’i görünce şok ve şaşkınlık yaşadı. İnanamadı, kendini ruyada ve hayalde olduğunu bir an anımsadı. Lakin bu bir gerçekti. Gerçeklerde hayatın kendi içinde bir nehir gibi akıp yaşam buluyordu. Hasret kokusuda Kobane’de barut kokusuyla yan yana gelmişti. Roza ve Artemiz sarıp sarmaladılar bir birilerini. Sevinç göz yaşları yanaklarından damla damla düşüyordu yıkımın ortasına. Düşen yaşlar inşaa harcıyla karışıyordu yeni Kobane temelerinde. Roza; kardeşi Artemiz’in gericiliğe karşı devrimci silahı kuşanmasına çok mutlu olmuştu. Artemiz ise ablasından öğrendiği devrimci yaşamı, devrimcileşmesindeki etken olmasının, ve şimdi aynı cephede omuz omuza gericiliğe karşı tetik düşmesinin heycanını yaşıyordu. Böyle hasret giderilirken Roza kardeşinin elini tutarak konumlanacakları mevzilere doğru yürüyerek ilerlediler. Artemiz’in ışıl ışıl parlıyan gözlerine bakarak konuşmaya başladı Roza.

-Artemiz nasıl oldu buraya kadar geldin. Beni hem şaşırtın, hem onurlandırdın?

-Bak abla, aynı zamanda yoldaşım; dağlardan çok bilenmiş yüreğim, meydanlarda, alanlarada ve sokaklarda varım artık. Sınacam kendimi yıkımın her kademesinde. Yeni bir inşaanın temelirini ben atacam. Bensiz yine yıkım olur bu yeni inşaada. Ben yoksam temeli yoktur. temeli olmayan hiç bir şeyin geleceğide yoktur. Yıkımı; rengim, kokum ve sesimle getirdim. Yarınıda renklerime nefesim katarak, suyumla harmanlayarak toprağı, öyle inşaa edecem geleceğin ışığını… 

Vurulsada saçlarımın şu gavur sevdamızın tel tel renkleri ne fayda. Zincirlerimi parçalamışım ve bu kör karanlık zihniyete tetik düşmüşüm. Gözden, gezden ve arpacığın silme tepesinden ana avrat sövüp saymışım. Şimdi gelinde uslandırın beni. Serhat, Amed, Botan ve Dersimden kuşatmışım seni ey zulmin saltanatını yazan Ankara, Bağdat, Şam ve Tahran. Her bir köşe taşımızın yıkımının fermenı veren sizler; dizlerimizin önünde diz çöktürüp, bu köhne düzenin yıkımın enkazında yok olup gideceksiniz. 

Vursun isyanın bacıları, kadınları olan yeni inşaanın anka kuşların kanat kanat kolları. Dağ başlarındaki nergiz, menekşe ve kekik kokulu tenimizle yıkıyorsak karanılkları. Kar altında kardelen olup; soğuk, fırtına, tufan ve çamur bize neylerki artık. yırtmışız kefeni, vurmuşuz özgürlük türkülerini gögün yamaçlarına. Islığımız melodimizdir kavgamızın isyan ateşinde mayalanıp haykıran. Görmeyenler açsın gözlerinni, duymuyanlar silsin kulaklarının pasını; bakın biz geliyoruz tetik tetik, namlu namlu, bayrak bayrak, ve isyanımıza devrimi kuşanarak kızıl güler içinde al renginde kır çiçekli gelinlik geydirerek ülkemize öyle geliyoruz sizlere…

Zülküf de, yağmurda, sevdalarda vursun gögsümün sol tarafına, başkada uslanmam ben Dersimli kadın olarak yoldaşım.-

Roza çok gurulanmıştı bunları kardeşi ve yoldaşı Artemiz’den duyunca. Ve bir tepenin üzerine çıkarak haykırmaya başladı.

-Bak yüzüne ay kırıkları çarpıyor, uyanın yavrucuğum. Uyan doğam, sevdiğim, sevdam, aşkım… Uyan ruhumuzun en görkemli şelalelesi, Son baharın hüzünlü sevdaların yaprak sarısı… Uyan kuzularımızın görkemli dansı, kızlarımızın özgürlük sevdası… Uyan ve tarihe not düş kalem, defter ve kitap… Uyan ve bak; Kobane düğünümüzde halay başındayız, Afrin’in nişan töreninde kızıl kınaların rengiyle cenkteyiz..-

Yorumlar kapalı.