1. Haberler
  2. MAKALELER.
  3. Sokak yani Eneslerle karşılaşacağımız yer

Sokak yani Eneslerle karşılaşacağımız yer

featured
service

Ayşe Düzkan

sokak, direnişin örgütlendiği mekân yani fabrika, işyeri, okul… ama aynı zamanda politik insanın kendisi gibi düşünmeyenle, kendisine benzemeyenle temas ettiği, edebildiği kamusal alan; kıraathaneden kuaföre aklınıza gelebilecek her mekân. sadece toplu halde tutum belirteceğimiz eylemleri, basın açıklamalarını değil, sonuç alan direnişleri, sonuç almadığında bile öğreten direnişleri ve öğrenme noktalarını da ifade ediyor

sokak yani eneslerle karşılaşacağımız yer

türkiye’de, 1980 öncesinde, sınıflar arasında geçişlilik mümkündü. örneğin netaş’ta çalışan bir işçi, emekli olup ikramiyesini aldıktan sonra, elektrik malzemeleri satan ve tamirat yapan, birkaç kişinin çalıştığı küçük bir işletme açabilirdi. beyaz yakalılar arasında, aileden kalan evi satıp kazandığı parayı yine emekli ikramiyesine katıp biraz daha büyük işletmeler açanlar olurdu.

darbenin en önemli hamlelerinden biri olan 24 ocak kararlarıyla bu ortadan kalktı. bunu izleyen 1980’li hatta 1990’lı yıllarda başta eğitim olmak üzere çeşitli araçlarla, ancak gelir grupları arasında geçişlilik mümkün hale geldi. anadolulu yoksul ailelerin zeki ve çalışkan çocukları büyükşehirlerdeki iyi üniversiteleri kazanabiliyor, büyük sefillik çekseler de üniversiteyi bitirebiliyor ve iş bulup ailelerinin çok üzerinde bir gelir seviyesine ulaşabiliyorlardı. onlar da anaları babaları gibi emekçiydi ama örneğin ev ve araba hatta bazen ailelerine de ev alabiliyorlardı. batıya, geçici olduğuna inandıkları bir süre için çalışmaya gidenlerin çoğu orada kalmıştı ama dönenler veya doğuya, örneğin suudi arabistan’a çalışmaya gidenler de ev, araba sahibi olabiliyor, ailelerinden daha müreffeh bir hayat sürebiliyordu.

bugün iyi eğitime ulaşmak, iyi bir meslek sahibi olmak orta ve üst gelir grubundan olmayan ailelerin çocukları için neredeyse imkânsız. herhangi bir mesleği öğrenmemiş, eğitimini aldığı işi yapması ihtimali çok düşük olan milyonlarca üniversite mezunu var.

ama son altı ayda daha da fazlası oldu.

geleceğini kaybedenler

türkiye artık anasının babasının kullandığı arabayı alamayacak, onların oturduğu evde oturamayacak, ebeveynlerinden daha müreffeh bir hayat sürmek bir yana, çok daha mütevazı bir hayata şükredecek milyonların ülkesi.

bir başka gelişme daha var. seka’nın satılmasından sonra kâğıtta da dışa bağımlı olunduğu herkesin malumu. son kur hareketlilikleri yayıncılığa ve kâğıtla işi olan her sektöre büyük bir darbe vurdu. bu sadece okurların kitaptan, dergiden mahrum kalması değil, aynı zamanda kültür endüstrisinden geçinen binlerce insanın işsiz ve gelirsiz kalması anlamına geliyor.

kültür endüstrisi, akademi ve stk’lerle birlikte, insanların emeklerine yabancılaşmadan ekmeklerini kazanabileceklerine inandıkları alanlar. bu alanlarda emeğine yabancılaşmama durumunun bir yanılsama olduğuna inanıyorum ama bu yazı açısından bunun önemi yok. iktidar, kendisine yakın yeni kurumlar oluşturarak stk’lere gidebilecek fonların önemli bir kısmına el koydu. akademinin durumunu anlatmaya bile gerek yok. kültür endüstrisi de günden güne küçülüyor.

bütün bunlar ağır bir yoksullaşma sürecine işaret ediyor.

umutsuz yaşanmıyor gerçekten ve daha iyi bir hayat ümidi insanlığı ayakta tutan şeylerden biri. türkiye’de artık orta gelir grubundan insanlar daha iyi bir hayat için değil, kendi ölçülerinde hayatta kalmak için çalışıyor. bunun ortaya çıkarttığı hüsran ve öfke, kişisel düzeyde büyük bir kıstırılmışlık hissine sebep olur ve ama aynı zamanda siyasal olarak büyük imkânlar sunar.

yoksulluğundan başka kaybedeceği olmayanlar

arada şuna değinmek istiyorum. yoksullaşma yoksulluktan farklı. mutlak yoksulluk, hayatta kalmaktan başka hiçbir şeye, para, enerji, zaman, hiçbir şey ayıramamak anlamına geliyor. “zincirlerinden başka kaybedecek şeyi olmayanlar” yani. ama onlarla ilgili ezberleri geride bırakırsak daha iyi olacak bence. muhalif, solcu ve devrimci olan da dahil olmak üzere siyasetle uğraşmak para ve zaman gerektiriyor. o yüzden, evi en derme çatma gecekondu, zemini beton, bebeğinin maması şekerli çaya katılmış ekmek, sofrasında makarna olan ve bunları sağlamak için günde 14-15 saat çalışanlar belki “kışlık saraya yürünen” günde yürüyüşe katılır ama bugün, o yürüyüşü örgütlemeye yardımcı olamazlar. çünkü insanın kaybedecekleri yani sahip oldukları ne kadar azsa, onlara o kadar fazla sarılıyor.

kurbanını örgütlemek

akp iktidarının birden fazla yüzü var; bunların içinde geçtiğimiz yirmi yılda muhalefet tarafından bence en ihmal edileni kamunun sorumluluğunda olması gereken parasız eğitim, parasız sağlık hizmeti gibi işlevlerin yani sosyal devletin ortadan kalkacak şekilde küçülmesi. iktidar bunun sonuçlarının bir kısmını örgütlenme araçlarına dönüştürdü; üniversiteyi kazanmış çocuğunuzun kalacağı yurt mu bulamıyorsunuz; cemaat yurtları ne güne duruyor? dört kişilik hanenizde tek kişi çalıştığı için erzak sıkıntınız mı var? büyükşehir belediyesi size destek olacaktır, arada partiye kaydolursunuz siz de artık.

büyükşehir belediyelerinin el değiştirmesi bu imkânların bir kısmını sınırladı ama bu, deyim yerindeyse buzdağının görünen yüzü; geride devasa bir organizasyon var. sadece bu da değil, akp iktidarı, hükmü altındaki kadın ve çocuklara baskı uygulamak ve onları hizaya sokmak isteyen her erkeğe sonsuz imkânlar sağladı. o imkânların önemli bir kısmı parti eliyle değil dini kurumlar aracılığıyla oluşturuldu.

iş bulamayacak gençleri kendisine yakın/bağlı suç örgütlerinde istihdam bile eden bir organizasyon. ve bu işlerin bir kısmına iktidara gelmeden çok önce başladığı için, bugün yoksul olmadığı halde çocuğunu tarikat/cemaat yurduna gönderen insanlar var.

savaş politikalarında ısrarın yayılmacılıkla genişletilmesi, insanlık dışı emek rejimi, doğa katliamı, eğitimin dinselleştirilmesi, erkek şiddetiyle mücadele konusunda geriye doğru atılan adımlar gibi onlarca mesele var etrafımızda. bunlar zaman zaman ağır kişisel dramlar olarak çıkıyor karşımıza. aynı şekilde her kişisel dramın altından güncel bir politik mesele veya sistemin bir sonucu çıkıyor.

ya sokaktayız ya hiçbir yerde

bütün bunlar düşünüldüğünde “sokak”la ilgili tartışma farklı bir boyut ve anlam kazanıyor. çünkü daha iyi bir hayat özlemi ve kavgası, seçimlerde oy vererek sürdürülemez. o mücadele, toplumun dokusunun içinde, onu da dönüştürerek ilmek ilmek örülür. bu büyük ölçüde kamusal alanda cereyan eder ve bunun gündelik dildeki adı sokak.

burada daha güncel bir tartışmaya döneceğim. kendisi de, büyük bir eylemlilik olan adalet yürüyüşü’nü organize etmiş bulunan, çok yakın bir tarihte mersin’de yine büyük bir miting düzenlemiş olan kemal kılıçdaroğlu, hangi saiklerle “sokağa çıkmayacağız” şeklinde bir ifade kullanmış, bunu bilmek mümkün değil. çeşitli sebepler olabilir; devletin çeperindekilerin biz sıradan vatandaşlardan farklı tehditlere maruz kalması ihtimali var mesela. burada kişisel endişelerin söz konusu olduğunu sanmıyorum, kendi güvenliğini önceleyen insan zaten türkiye’de siyasetle uğraşmayı seçmez, muhalif siyaseti hiç seçmez. muhtemel tehditler şahsa değil, bütün bir politik örgütlenmeye yönelik olabilir. her hâlükârda, bu tepkide, kılıçdaroğlu’nun kendi solundaki yapı ve çizgilerle yakın görünmeme refleksinin de etkisi olduğuna inanıyorum. o yapı ve çizgilerde olan bizlerin de sokağı daha net ve açık biçimde tanımlamamıza gerek olduğunu düşünüyorum.

şunu hatırlatmakta yarar var. türkiye’nin, örneğin yunanistan gibi sermayeyi ve devleti temsil eden binaların, kurumların hedef alındığı bir sokak hareketleri tarihi yok. burada da banka binalarının taşlandığı olmuştur ama bunlar kelimenin gerçek anlamıyla münferit olaylar, dolayısıyla ana muhalefet liderinin partisiyle ilgili böyle bir özdeşleşme yapılacağı endişesi gerçekten yersiz. öte yandan bu ülkede, kendilerini sağcı olarak tanımlayanların büyük katliamlar yaptığı bir tarih var. defans siyasetinin kılıçdaroğlu’na bunu unutturması çok acı.

en muhteşem sokağımız gezi’de ne olmuştu?

bu noktada gezi ile ilgili bir şeyi hatırlatmakta yarar var. gezi direnişinde çok farklı politik eğilimlere sahip olan, geçmişlerinde farklı deneyimleri bulunan insanlar yer aldı, kırk yıldır devrimci siyaset içinde bulunanlar da vardı, hayatında ilk kez sokağa çıkanlarda. politik söz söyleme alışkanlığı olanlar tabii ki bu konuda daha mahir oluyor ve seslerini daha fazla duyurmayı biliyorlar. ama şu gerçek değişmiyor bence: gezi’nin ortak programı “hükümet istifa”ydı, daha azı ya da daha fazlası değil. ve öykünecek daha doğrusu öğrenilecek bir yanı varsa o da bu kadar farklı eğilimin, deneyimin ve tecrübe düzeyindeki insanın birlikte hareket edebilmesiydi. oradaki temasların nice insanın bilincini ve hayatını değiştirdiği malum. gezi bu ülke tarihinin gördüğü en büyük protesto eylemiydi ama birçoklarının hayatında bir dönüm noktası olması, hâlâ bir referans sayılması ve unutulmaması bir protesto hareketinden ibaret olmadığına da işaret ediyor. gezi, büyük temas noktaları sundu bize.

sokak, direnişin örgütlendiği mekân yani fabrika, işyeri, okul… ama aynı zamanda politik insanın kendisi gibi düşünmeyenle, kendisine benzemeyenle temas ettiği, edebildiği kamusal alan; kıraathaneden kuaföre aklınıza gelebilecek her mekân. sadece toplu halde tutum belirteceğimiz eylemleri, basın açıklamalarını değil, sonuç alan direnişleri, sonuç almadığında bile öğreten direnişleri ve öğrenme noktalarını da ifade ediyor.

yarını bugünden kuracağız

bugünümüzü değiştireceğimiz yani ücret artışı, adil yargılama, siyasal özgürlük talep edeceğimiz ve derdimizi başkalarına anlatacağımız ama aynı zamanda yarını inşa edeceğimiz en geniş kamusal alan.

yarını inşa etmek deyince bir devrim sürecini ve onun sonrasını düşünen bir tedrisattan geliyorum ve bu fikri benimsemeye devam ediyorum. ama bugün, aynı terimle akp sonrasını kastetmek daha gerçekçi. ama nasıl ki herhangi bir meselenin devrim sonrasında hallolacağını söylemek o meselenin mağdurları açısından bir anlam ifade etmiyorsa, aynı şey akp sonrası için de geçerli. iktidara geldiklerinde her meseleyi çözme vaadinde bulunanların meselelerin tamamını bildikleri şüpheli, çoğunu gözardı edecekleri ise şüpheli bile değil, kesin. şu malum altı parti, cemaat yurtlarının kapatılması konusunda bile kararlılık gösteremedi.

kaldı ki, başı sıkıştığında tüsiad’la dertleşen güçlerin, emeğin sesine kulak vermesi ancak o sesin örgütlü bir biçimde çıkmasıyla mümkün.

o yüzden akp sonrası dönemi hangi oyuncuların inşa edeceğinden daha önemlisi, hangi programı hayata geçirecekleri.

o program üç aşamada sokakla ilintili.

– o program ezilen ve sömürülen farklı grupların taleplerini bir araya getirecek ve çözümler önerecek şekilde, kamusal alanda oluşturulacak. daha açık bir biçimde ifade edersem, “sol” her konuda bir cevabı olduğu fikriyle hareket etmeyecek, özneye/öznelere kulak verecek.

– o program, iktidara talip olanlara dayatılacak ki bu da sokakta olacak bir iş. çok başvurduğum bir örneği tekrar edeceğim. akp sonrası iktidarda kim olursa olsun istanbul sözleşmesi’ne dönülecek. hareket bunu sokaktaki mücadelesiyle garantiledi. aynı şeyi başka talepler içinde yapmak tabii ki mümkün. bunun için o taleplerin tekil direniş odakları ve geniş bir ortak mücadele haline gelmesi gerekiyor.

– o gün geldiğinde, programın hayata geçirilip geçirilmediğinin sağlaması ve taahhüdü de sokaktaki hareket.

kılıçdaroğlu’nun ya da düzen içi muhalefetin başka unsurları, “hükümet istifa” demekle yetinen bir sokak hareketinden çekinmiyor, o hareketin yukarıda anlatmaya çalıştığım şeye evrilmesinden yani bir program etrafında örgütlenmiş ve o programın hayata geçirilmesini talep eden ve denetleyen bir kitle hareketinden çekiniyor. programını, sınırlarını kendi parti politikalarının belirlediği eylemlilikleri tercih ediyor.

onun iktidarda olacağı yarını dahi, biz sokakta bağımsız varlığımızla kuracağız, kolları sıvamanın vakti geldi de geçiyor.

Kaynak:sendika.org

Sokak yani Eneslerle karşılaşacağımız yer
Yorum Yap

Yorumlar kapalı.

Giriş Yap

Devrimci Demokrasi ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!

Bizi Takip Edin