Reformist ve revizyonist kuşatmaya karşı Devrimci faaliyet güçlenecektir

FB_IMG_1687201325291

Devrimci faaliyet içerisinde dört bir yana yumruk sallama hastalığı ile karşı karşıya kalır ve bunu haklı olarak eleştiririz. Faaliyetin doğru bir şekilde planlanmaması ve eldeki güçlere kaldırabileceklerinden daha fazla yük bindirilerek her alana koşmaya çalışılması, hem ilgilenilen alanlarda işlerin yarım kalmasına neden olmakta hem de eldeki güçlerin bu koşturmaca içerisinde yıpranmasına yol açmaktadır. Bu tür bir faaliyet tarzı zamanla tersine dönerek kendiliğindenci faaliyetin zemini olmakta ve varolan örgütlerin de dağılmasına yol açmaktadır. Bu nedenle her zaman için doğru olan; eldeki güçlerin, komitelerin, kadroların ve militanların uygun dağılımını yapmak ve işleri bölüşmektir.

Ancak sınıf savaşımında öyle dönemler olmaktadır ki dört bir yana yumruk sallarcasına bir çok alanla ilgilenmek zorunda da kalabiliriz. Bu keyfiyetten ya da plansızlıktan kaynaklanan bir durum olmaktan çok şartların ortaya çıkardığı nesnel bir durum olarak gündeme gelebilmektedir. Günümüz açısından böyle bir tespit yapmak mümkündür.

Reformist kuşatmanın alabildiğine etkili olduğu, devrimci ve komünist hareketin örgütsel bir daralma içinde olduğu günümüzde hem örgütsel olarak toparlanmak hem de reformist ve revizyonist kuşatmaya karşı güçlü bir ideolojik mücadele vermek kolay değil. Reformist kuşatmadan anlaşılması gereken reformist olarak nitelendirdiğimiz EMEP, TKP, ÖDP ve DEHAP gibi partilerin nicelik olarak kitleselleşmeleri değil. Bu partiler (DEHAP Kürt ulusal sorununun özgün durumu nedeniyle bu partilerin dışında tutulabilir) yasal zeminde suya sabuna dokunmayan bir şekilde reformist politikalar yürütmelerine ve faşist diktatörlük tarafından örgütlenmeleri önünde öyle ciddi engeller çıkarılmamasına rağmen kitleselleşme noktasında bir ilerleme sağlamaktan çok uzaktadırlar. Politik tutarsızlıkları nedeniyle kitleselleşmeleri çok da mümkün gözükmemektedir.

Bugün için bahsettiğimiz reformist kuşatmanın etkisi sadece bu reformist parti ve akımların ideolojik ve politik faaliyetlerinin sonucunda oluşmamaktadır. Bu parti ve akımlar, egemen sınıf ideologlarının yürüttükleri ideolojik kampanyalara zemin sunmaktalar. Özellikle ‘silahlı mücadele ve illegal örgütlenme’ye yönelik sürdürülen kampanyalar bu parti ve akımların da sayesinde etkili olmakta ve kitlelerin kafasının karışmasına yol açmaktadır.

Emperyalizmin ve Reformistlerin “Terörizm” Demogojileri

Mesele salt Türkiye-Kuzey Kürdistan’la da sınırlı değildir. 11 Eylül saldırısının ardından emperyalizmin ideologları tarafından tüm ülkelerde kendilerine bağlı medya aracılığıyla yoğun bir şekilde sürdürülen tartışmalar ve yönlendirme haberleri bu noktada etkili olmakta, kitlelerin silahlı mücadele temelinde örgütlenmelerinin önünde engel oluşturmaktadır. Bu noktada feodal İslami önderlikli hareketlerin silahlı mücadeleyle ve silahlı mücadelenin de terörizmle özdeşleştirilmesi önemli bir zemin oluşturmaktadır. Şöyle ki Filistin, Irak ve Afganistan gibi Müslüman ülkelerdeki İslami önderlikli silahlı mücadele pratikleri haklı zeminde olsalar da önderlik ve eylem çizgileri, ideolojik perspektifleri itibariyle yanlıştırlar. Bu hareketlerin belli durumlarda halka yönelmeleri itibariyle de yer yer karşı-devrimci pratik izlemeleri, salt ülkemizde değil genel olarak dünyada proletaryanın ve halkların kafasını bulandırmakta ve ideolojik karmaşaya yol açmaktadır. Devrimci ve komünist hareketlere yönelik medyada uygulanan ambargo nedeniyle ve bugün gelişen teknoloji sayesinde bu ideolojik bombardımana yeterince cevap verilememesi, mevcut durumda göreceli de olsa ideolojik mücadele alanında emperyalistler ve tek tek ülkelerdeki emperyalizmin uşağı hakim sınıflara avantaj sağlamakta.

Bununla birlikte yine Irak’ta olduğu gibi Irak ulusal direnişinin ABD emperyalizmine etkili darbeler vurması ve silahlı mücadele temelinde etkili bir direniş sürdürülmesi bir yandan da sempati toplamakta, ama değindiğimiz gibi İslami, bu yönüyle de son noktada gerici burjuva önderlikli bu direnişler ideolojik mücadele noktasında etkili bir propaganda alanı yaratmaktan çok tartışılır bir mücadele olarak izlenmekte ve daha çok da pratik sonuçları ile dünya halklarının ve Türkiye-Kuzey Kürdistan halkının gündemine girmekte.

Savaşta “Sivil”ler

Reformist politikaların nasıl somut etkide bulunduğu vereceğimiz örnekle daha iyi anlaşılacaktır ve meseleler arasındaki bağlantılar daha rahat anlaşılacaktır, kavranacaktır. Yaz aylarında Dersim’de Maoist Komünist Partisi üç işbirlikçi-ajanı sabit olan suçlarını da açıklayarak cezalandırdı. Bölgede faaliyetleri ile teşhir olmuş ve halkı bir çok yönüyle bezdirmiş bu düşman unsurlarının cezalandırılmalarından sonra Kongra-Gel, DEHAP ve EMEP, bu cezalandırılan unsurları sahiplendi ve Kongra-Gel meseleyi Maoist Komünist Partisi’ne karşı fiili saldırıya kadar da ilerletti. Bu devrimci cezalandırma eylemlerine karşı bu reformist bloğun öne çıkardığı argüman ise “sivil insanlar öldürülüyor” gibi içeriği boş, liberal bir söylem oldu. Oysa ki bilinmektedirki, her iç savaşta egemen sınıflar “sivil” görünümlü örgütlenmeler kurmaktadır ve bunların bir kısmını bizzat silahlandırdığı gibi bir kısmını da devrimci örgütlere karşı istihbarat faaliyetinde ajanlaştırmaktadır. Bunun daha somut örneği 80 öncesinde yaygın bir şekilde kullanılan “sivil” faşistlerdir. Türkiye-Kuzey Kürdistan devrimci ve komünist hareketi neredeyse tümü MHP ve ülkü ocaklarında örgütlenmiş ama arkasında bizzat devletin bulunduğu bu “sivil” örgütlenme ile karşı karşıya gelmiştir ve bunlarla haklı olarak silahlı çatışmalara girmiş, kimi unsurlarını da cezalandırmıştır. Bu sivil faşist örgütlenmenin devletle ilişkisi ve bunların sınıf savaşımındaki rolü hakkında sanırız bazı ufak ayrıntılar dışında farklı bir değerlendirme yapan yoktur. İşçi Partisi’nin bugün bu çevre ile milliyetçilik yarışına girmesi ise bu değerlendirmelerin dışında, gelinen aşamada reformist politikaların ve ideolojik sapmanın boyutunu göstermektedir.

Reformistler devrimci eylemler karşısında ülkede bu tavrı gösterirken Irak’ta ulusal direnişçiler işgalci ABD emperyalizmine yardım, bir anlamda uşaklık eden Türk şirketlerine ait kamyon şoförlerine yönelmekte. Irak’ta direnişin başından beri vurulan Türk şoförü sayısı İngiltere’nin Irak’ta ölen askerlerinden daha fazla. Emperyalist bir ülkenin işgali açıktır ki esas olarak ekonomik amaçlıdır. Yani askeri olarak orada bulunmamak işgale katılmamak anlamına gelmemekte. Bu nedenle Irak’taki her türlü siyasi, askeri ve ekonomik ABD varlığı emperyalist işgalin bir aracıdır ve bu nedenle de Irak ulusal direnişinin askeri hedefleri arasındadır. Bu açıdan işgalin devamlılığına hizmet edecek yakıtı taşıyan kamyonların da askeri hedefler arasında bulunması çok da anlaşılmaz değil. Bu durumda Türkiye-Kuzey Kürdistan halkı bir yandan orada ölen kamyon şoförlerinin yasını tutarken, diğer yandan işgali kınamakta. Türk hakim sınıfları ise sivil tır ve kamyon şoförlerini öldüren Irak ulusal direnişçilerini kendince lanetlemekte ve hesap soracağız naraları atmakta. Evet öldürülen tır şoförleri sivildir, ama öldürülenlerin büyük çoğunluğu ABD askeri üslerine malzeme taşıyan ya da onların işini yapan şirketlerin işçileri. Elbette bu her savaşta olduğu gibi proletarya ve halkın karşı karşıya gelmesine yol açmakta. Ancak bu hedefleri belirlemekte olan Irak ulusal direnişidir. Irak ulusal direnişinin proleter nitelikli bir önderliğe sahip olmayışı, hedeflerin seçiminde ve bu hedefleri etkisizleştirme yönteminde seçici olmamasını hatta vahşi katliamlara varan yöntemler uygulamasını da beraberinde getiriyor. Bu noktada Türkiye-Kuzey Kürdistan emekçileri, kamyonlarla malzeme taşınmasını etkisizleştirme çabasını doğru anlamak ve haklılığını; bununla beraber orada çalışmak zorunda kalan emekçilerin daha farklı yöntemlerle de etkisizleştirilebileceğini, sağ ele geçirilenlerin serbest bırakılabileceğini; bu noktadaki büyük yanlışları görmeli. Meseleleri tüm yönleriyle gören emekçilere düşen görev; her ne şekilde olursa olsun oradaki emperyalist işgali kolaylaştıracak faaliyetlerin dışında durmak, durmanın da ötesinde karşı olmak ve engellemektir. Sonuçta orada ölen tır ve kamyon şoförleri ailelerinin ekmek parasını çıkarmak için oradadırlar. Peşinde oldukları halk deyimiyle ekmektir. Ancak unutulmasın ki Iraklıların peşinde oldukları da kendi ülkeleri ve yurtlarıdır.

İşte bu noktada Türkiye-Kuzey Kürdistan halkını bilinçlendirmek ve bedeli ne olursa olsun enternasyonal dayanışma temelinde işgale karşı örgütlemek (bunun somut biçimlerinden biri olarak, Irak’ta emperyalist işgale hizmet edecek işlere gitmemek) günümüzün temel görevlerinden birisiyken, reformistler savaş içerisindeki her türlü dayanaktan yoksun bir “sivil”-asker (resmi) tartışması yaparak emperyalistlerin ve Türk hakim sınıflarının ekmeğine yağ sürmekteler. Bu tartışmalarla ve yukarıda belirttiğimiz gibi komünist güçlere fiili saldırılarda bulunarak karşı-devrimci pratikler izleyen reformistler, Türkiye-Kuzey Kürdistan halkının dost-düşman ayrımı yapması noktasında kafa bulandırmaktalar.

Bu bulanıklığı emperyalist güdümlü “sivil toplum örgütleri” daha da yoğunlaştırmakta. Savaş halindeki bir çok ülkeye sözde sosyal, sağlık ve yardım amaçlı giden “sivil toplum örgütleri”nin birçoğunun “terörizme karşı savaş” adı altında o ülkelerdeki emperyalizme ve gericiliğe karşı haklı mücadelelere ve direnişlere saldıran ya da doğrudan işgallerle bu direnişlere sebep olan emperyalistler tarafından yönlendirilen kişiler ve kurumlar olduğu; bunların söz konusu emperyalist terörün “sivil” ayağı olduğu da bir sır değil. Bu kurumların açık açık yayınladıkları raporlar ve yazılarda bile amaçları ifade edilmekte; bizzat kendileri tarafından karşı-mücadele, kontr-gerilla istihbaratları, direnişlerin nasıl kırılabileceğine ilişkin taktikler yayınlanmaktadır. Somut bir örnek olarak Nepal’de yürütülen Halk Savaşı’na ABD emperyalizmi nasıl bir askeri müdahale tartışmaları yaparken, Alman emperyalizmi oraya gönderdiği “sivil toplum örgütleri” üzerinden sivil karşı terör taktikleri ve propagandaları yürütmektedir.

Kürt ulusal hareketinin Abdullah Öcalan yakalandıktan sonra yine “silahlı mücadele mi siyasi mücadele mi” temelinde ve bu iki mücadele sanki birbirinden ayrı şeylermiş gibi göstermesi ve silahlı mücadeleyi mahkum etmesi, yine her fırsatta kendi deyimleriyle “klasik Leninist örgütlenme modeli”ne yani illegal devrimci, komünist parti ve örgütlere saldırması bütün bunlar reformist kuşatmanın boyutunu gözler önüne sermektedir. Çünkü PKK bu tartışmaları açıp silahlı güçlerini savaşın dışına itmesi ile birlikte devlet f-tipi saldırı politikası ile Türkiye-Kuzey Kürdistan’daki tüm devrimci, komünist parti ve örgütlere yönelmek için büyük bir fırsat yakalamış oldu.

Elbetteki komünist, devrimci parti ve örgütler tüm bunlara karşı politikalar geliştirdi ve süreci karşılamaya çalıştı. Ancak öncesinden içine girilen darlaşma sonucu istenen başarılı sonuç alınamadı ve bugün geldiğimiz noktaya varıldı. Maoist Komünist Partisi kendi adına bu sürece nasıl gelindiğini muhasebe belgesinde ayrıntıları ile ortaya koyduğundan bunları ayrıca tartışmaya ve detaylandırmaya gerek görmüyoruz.

Birçok Cephede Birden Mücadele Yürütmek Zorundayız

Bütün bunları içinde bulunduğumuz genel koşulların daha iyi anlaşılması için aktardık. Görüldüğü üzere günümüzde silahlı mücadeleyi savunmak, illegal temelde örgütlenmeyi savunmak neredeyse insanların gözünde hastalıklı bir ruh hali gibi algılanmakta. Bu da atılan devrimci adımların ve gerçekleştirilen örgütlenmelerin daha yavaş gelişmesine yol açmakta ve bir çok cephede birden mücadele yürütmeyi zorunlu kılmakta.

Kısacası zor bir süreçten geçmekteyiz. Türk hakim sınıfları silahlı eylemlere ve örgütlenmelere karşı azgınca saldırmakta ve bu noktada özellikle de gerilla güçlerini yalnızlaştırıp marjinalleştirmeye çalışmakta. Yasal alanda örgütlenmeyi neredeyse teşvik etmekteler. Komünistler yasal alanda çalışmanın, demokratik alanda örgütlenmenin bilincindeler. Bu olanaklardan yararlanmayı gözardı etmedikleri gibi, önemi ve gerekliliği konusunda da tutucu davranmamaktalar. Ancak bu hiçbir zaman asıl olanın, temel olanın önüne geçmemelidir. Sonuç alıcı ve iktidarı hedefleyen bir mücadelenin zorunluluğu ve bu temelde esas mücadele ve örgütlenme biçimleri, Halk Savaşı’nın zorunluluğu açık ve nettir.

Türk devletinin AB üyeliği de reformistlerimizi heyecanlandırmakta. Türk devletinin AB üyeliği gerçekleşirse nasıl olacaksa onlara göre Kürt ulusal sorununun çözümü de dahil her türlü demokrasi sorunu ortadan kalkacak. Reformist parti ve akımlar da AKP hükümetinin kendilerine bahşettikleri “sessiz devrim yaptık” sözünü neredeyse kullanır oldular ve Türk devletinin reform diye sunduğu her yasal düzenlemeyi “sessiz devrim” olarak alkışlamaktalar. Reformistler açısından durum şaşırtıcı değil. Ancak tüm bunlar reformistleri kitleselleştirmese de kitlelerin daha da örgütsüzleşmesine ve düzen içi hayaller geliştirmesine yol açmakta. Düzen içi hayal kuranlar bu konuda en iyi düzen partileridir diye düşünüp, denenmemiş AKP hükümetinin başarıları peşinde koşmakta. Oysa ki 2002 Kasım seçimlerine doğru en çok tartışılan, kitlelerin mevcut düzen partilerine ve düzene karşı duydukları güvensizlikti.

Halen de esas olarak bu güvensizlik güvene ve AKP’ye güçlü bir desteğe dönmüş değildir. Fakat bir bekle gör havasının hakim olduğu da tespit edilmelidir. Bu bekle gör tavrı komünist ve devrimci harekete yönelik de vardır.

İstanbul-NATO zirvesine karşı düzenlenen gösterilerde de görüldüğü gibi kitleler devrimci mücadeleye ve silahlı mücadeleye karşı istenen oranda olmasa da ilgi duymakta ve esasta bunu gelişmesini istemektedir. Bunun son aylarda şehit düşen gerillaların cenaze törenlerine gösterilen ilgiden de çıkarabiliriz. Her türlü “teröristti, eli kanlı katildi, bir avuçtular” gibi yoğun karşı propagandaya rağmen halk kızıl bayraklarla şehitlerine sahip çıkmakta ve kızıl sloganlarla onları uğurlamaktadır.

Her Dönem Kendi Kadrosunu Çıkarır

İşte genel şartlarını özetlemeye çalıştığımız bu dönemde, bir yandan örgütlenmeye çalışıp örgütsel sorunlarla uğraşırken diğer yandan her türlü gerici ideolojik kuşatmaya karşı amansızca ama bilimsel temelde mücadele vermek zorundayız. Her dönem kendi kadrosunu çıkarır. Bu zorlu sürecin öğrencisi mi olacağız yoksa dışarıdan seyredeni mi? Temel sorun budur. Daha önce bir çok kere belirttiğimiz gibi Türkiye-Kuzey Kürdistan halkı güveneceği bir önderlik aramaktadır. Ve bunun için devrimci ve komünist hareketi her yönüyle sınamakta ve denemektedir. Hatalarından arınan, tutarlı, kararlı ve sabırla yürüyen devrimci önderlik kısa zamanda olmasa da halkın güvenini kazanacaktır. Kongreden sonra kısa sürede atılan adımlardan sonra da bu görülmüştür. Halkın öncüye yönelik ilgisi ortadadır. Bu ilgiye yetişmek ve her alanda örgütlenmesini sağlamak ve buraya kadar belirttiğimiz gibi sürecin genel ideolojik kuşatmasına karşı koymak mevcut durumda kurumlarımıza, örgütlerimize ve militanlarımıza bir çok görev yüklemektedir.

Gelinen aşamada bir daralma ve tasfiye sürecini aşma dinamizmi içerisinde olan kişiler ver kurumların bu kuşatmayı kırarak devrimci mücadeleyi geliştirip güçlendirmesi; bu süreçte halkın güvenini kazanarak halkı birleştirip örgütleyebilmesi her zamankinden çok yönlü ve çok daha fedakarca bir çabayı ve enerjiyi gerekli kılmakta. Bu gücü ve enerjiyi ortaya koymak; az sayıda güçle söz konusu ihtiyaçlara cevap olabilecek bir çalışma ortaya koyabilmek ve bu çalışmaları kitlelere yayabilmek zaman zaman gücü aşan bir pratik çabayı ortaya koyabilmeyi gerektirmektedir. Bunun için bu sürecin yetiştireceği ve bu süreçten başarıyla çıkacak kadrolar, çelik gibi sinirlere ve büyük bir sabır ve fedakarlığa sahip olmak durumundadırlar. Bu sürecin öncüleri süreçten enerjilerini azami ölçüde seferber ederek ve çok boyutlu sorunları aşıp kuşatmaları yararak sınanmış kadrolar olarak çıkacaklardır. İdeolojik olarak geçmişin hastalıklarından arınmak kadar sürecin genel hastalıklarının eleştirisini yapmak ve örgütlenmek de bir o kadar önemlidir. Bunlar sürecin ihtiyaçlarını kavramaktan bağımsız değildir.

Sürecin genel özellikleri ve zorlukları bilince çıkarıldığında geriye tüm bu sorunların üstüne gitmek kalmaktadır. Kendi açımızdan eksikliklerimizin neler olduğu ya da temel yanlışlarımızın neler olduğu muhasebe belgesinde yukarıda da belirttiğimiz gibi detaylarıyla ortaya konmuştur. Karşı karşıya kaldığımız çok yönlü görevleri bilince çıkararak ihtiyaç olan kadro tipini temsil edebilmek, her faaliyetçinin çalıştığı alanda birer önder olduğu bilinciyle bu kadro tipini, bir dava adamı ruhuyla ortaya koyabilmesi; doğru politikaların kitlelere taşınmasında ve zorlukların aşılmasında tayin edici olacaktır.

Exit mobile version