Orta Doğu’da Yeni Bir Dönem Eşliğinde Suriye ve Rojava Eksenli Emperyalist Güçler Arası Çatışmalar Üzerine Bir Analiz

featured
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Orta Doğu’da yaşanan karmaşık süreç, emperyalist güçlerin çıkar çatışmaları ve bölgedeki halkların özgürlük mücadelelerinin bir araya gelmesiyle yeni bir döneme girdi. 

Emperyalist güçlerin vekalet savaşları bağlamında Suriye merkezli güç üstünlüğü ve paylaşım savaşı, Esad’ın devrilmesiyle geçici bir “ateşkes”e evrildi. Güç ilişkilerinin ve nüfus alanlarının yeniden dizayn edildiğine dair muhtelif sonuçlar dikkat çekmektedir.

“Devletlerin dostları olmaz, çıkarları olur” sözü, Suriye’de uzun yıllardır cihadist saldırılara karşı “direnen” Esad ve bağlı rejiminin iki haftada kumdan kale gibi yıkılmasıyla bir kez daha teyit edildi. Bir kutupta Rusya, İran; diğer kutupta İsrail ve ABD, Erdoğan’ın da iki taraf arasında sarkaç gibi gidip gelerek “aracı” olduğu bir denklem, Esad’ın iktidardan çekilmeye ikna edilmesiyle, patlama noktasına gelen iki kutbun bölgesel ölçekte biriken gazını geçici olarak aldı.

Böylece İsrail-İran, Ukrayna-Rusya cephesinde devam eden gerilim de bir süreliğine ertelenmiş oldu. Ulusal ve bölgesel gerici emperyalist güç merkezlerinin Orta Doğu’da çıkarları temelinde sürdürdükleri bu vekalet savaşları Esad ve kendisine bağlı Nusayri, Alevi halkı başta olmak üzere, cihadistlerin doğal hedefi durumundaki diğer seküler, etnik toplumsal güçleri kendi çaresiz kaderine terke zorlayıp soğuk, bencil çıkarlarının kirli denkleminde sattı.

Bir günde “terör örgütleri” listesinden çıkartılan El-Kaide, IŞİD artığı HTŞ, tüm gerici ülke merkezlerinin besleme basınında “barışçı”, “ılımlı”, “iş yapılır” meşru bir güç olarak parlatıldı. 

Esad ailesi ve zenginliğiyle kendi ipini çeken Rusya’ya iltica edip kendi halkını ikna olduğu bir iktidar devrinin sonuçlarıyla yüzüstü bırakıp kaçtı. Ilımlı(!) HTŞ Lazkiye ve çevresinde şeriatçı aklın kumanda ettiği namlularıyla Nusayri, Alevi halkına öfke kusmaya, onları katletmeye, kadınların sokaklarda saçı açık bir şekilde gezemeyeceği kararını tebliğ etmeye başladı. 

Açık ve net görüldü ki, HTŞ şahsında Suriye’nin yeni efendileri ABD ve İsrail oldu.

Filistin’e ve Lübnan’a destek veren, siyonist İsrail’e karşı büyük bir tehdit olan Suriye böylece düşmüş olmakla kalmadı; Golan Tepelerine çekilen İsrail bayrağıyla yeni işgalci hamlelerle “siyonist rejim”, bölge halklarına karşı daha etkili, yaygın, yoğunlaşmış bir saldırgan güç olmaya elverişli yeni bir pozisyonu da yakalamış oldu.

Suriye’nin kuzeyindeki Rojava Kürt bölgesine gelince bu bölge bu sürecin en çarpıcı örneklerinden biri olarak karşımıza çıkmaktadır.

Rojava’da yaşananlar, sadece bölgesel bir çatışma değil, aynı zamanda küresel güç dengelerinde ve paylaşımındaki değişimlerin bir yansımasıdır. ABD, Rusya gibi emperyalist ve Türkiye, İran gibi bölgesel büyük güçlerin bölgedeki nüfuzlarını artırmak ve çıkarlarını korumak için farklı stratejiler izlemektedir. Bu durum, Suriye ve özellikle Rojava’yı bir vekil savaş alanına dönüştürmüş ve bölge halkını büyük acılara sürüklemiştir.

Rojava savunması ve direniş oluşumu, Orta Doğu’da “eşitlikçi” ve “demokratik bir toplum” inşa etme çabası olarak önemli bir dönüm noktası olma iddiasındaydı. “Kadınların eşitliği”, “federalizm” ve “ekoloji” gibi temel ilkeler üzerine kurulu olan bu değişim isteği, bölge halklarına umut olmuştu. Ancak direnişin bu oluşum kazanımları, emperyalist güçlerin müdahaleleri ve bölgedeki gerici burjuva devlet güçlerinin saldırılarıyla sürekli tehdit altındaydı.

Türkiye’nin Rojava’ya yönelik askeri operasyonları, bölgedeki istikrarsızlığı artıran en önemli faktörlerden biriydi. ÖSO’dan bozup Türk askeri, istihbarat ve lojistik tahkimatıyla yeniden düzenlenip SMO adıyla bölgeye sürülen resmi üniformalı çeteler, HTŞ Şam’ın üzerine engelsiz yürürken Minbiç’e YPG’nin üzerine yürüdüler. Minbiç’i düşürüp YPG’yi Fırat’ın doğusuna Türk devletinin planına uygun olarak sürüp sıkıştırmak hedefi, şimdilik YPG’nin direnişine toslamış oldu. 

Bilindiği gibi, Türkiye, Rojava’daki Kürtlerin özerklik kazanmasını bir tehdit olarak görmekte ve bu nedenle bölgeye müdahale etmektedir. Türkiye’nin bu politikası, Afrin bölgesindeki başta olmak üzere, her yerde Kürtleri hedef alan şiddet olaylarının artmasına ve binlerce kişinin yerinden edilmesine neden oldu.

Rusya ise Suriye rejimini destekleyerek bölgedeki nüfuzunu artırmaya çalışmaktaydı. Rusya’nın hava saldırıları, sivillere yönelik şiddet olaylarının artmasına ve insani krizi derinleştirmekteydi. ABD ise bölgede IŞİD ile mücadele bahanesiyle askeri varlığını sürdürmekte ve başta Kürtler olmak üzere tüm ilerici yerel güçleri desteklemektedir. Ancak emperyalist çıkarı gereği, ABD’nin politikaları da bölgedeki karmaşıklığı artırmakta ve farklı güçler arasında yeni çatışmalara yol açmaktadır.

Esad’ı düşüren yeni güç dengesi diziliminde ABD, YPG’ye PKK’den ayrı durması şartıyla alan açıp, onu meşru gösterme amacını bölgeye yönelik politikalarına uygun bir hamle olarak görürken diğer yandan Bahçeli, İmralı kanalından Türkiye’yi PKK’yi dışarıda tutan Rojava politikasına eklemlemeyi amaçlamaktadır. 

Bahçeli’nin Tuncer Bakırhan’ın konuşmasını alkışlayan elleri bu eklemlenmeye “Devlet”in verdiği onayı tescillemiş görünüyor. 

Yıllar sonra yeğeni Ömer Öcalan’la görüşen Abdullah Öcalan’ın yeğeni üzerinden verdiği mesajda, “Milliyetçi kesimlerin bu sürece desteği şarttır” ifadesi yer almıştır. Bu da İmralı’nın Rojava’ya dönük plana onay verdiğini göstermektedir.

Rojava’ya yakılan yeşil ışık, Kandil’de sabit kırmızı durumunu korumakta; Öcalan’a da Bahçeli gibi yeminli Kürt halk düşmanı tarafından “Gelsin Meclis’te bu işi bitirsin” görev çağrısı yapılmaktadır.

Anlamsız ve saçma görülen her bir politik hamle, Suriye büyük resminde İsrail, ABD, İngiltere bloğunun Rusya ve Türkiye ile sağladığı taktiksel konsensüste anlamını bulmaktadır.

Anlaşılmayan ise PYD yetkililerinin “HTŞ ile görüşmeye” hazır olduklarını beyan edip “demokratik” Suriye’de halkların bir arada yaşayacağı bir politik iktidar denkleminin HTŞ çatısı altında toplanan cihadist-gerici İsrail ve ABD’nin ipleri elinde bulunan güçlerle gerçekleşebileceğine inanıyor ve inandırmaya çalışıyor olmasıdır. 

Marksist bir bakış açısıyla değerlendirildiğinde Rojava’daki çatışmalar, emperyalist güçlerin çıkar çatışmaları ve bölgedeki sınıf mücadelelerinin bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Emperyalist güçler, bölgedeki doğal kaynakları ve pazarları kontrol etmek için birbirleriyle mücadele ederken, bölge halkları ise sömürü ve eşitsizliklerle mücadele etmektedir.

Rojava direnişi, bu bağlamda önemli bir alternatif sunmaktadır. Direniş; kapitalist sömürünün ve devlet otoriterizminin yerine, demokratik özerklik ve ekoloji gibi ilkeler üzerine kurulu bir toplum/devlet inşa etme hedefini taşımaktadır. Ancak bu direnişin başarıya ulaşması için, emperyalist güçlerin müdahalelerinin önlenmesi ve bölgedeki farklı güçlerin bir araya gelerek ortak bir mücadele yürütmesi gerekmektedir.

Burada da kimlerle ittifak yapılacağı, kimlere güvenileceği, kimlere güvenilmeyip cephe alınacağı ilkesel önemde bir yerde durmaktadır.

Kürt ulusal hareketi; İsrail, ABD ve gizli ortağı Türk devleti eliyle Kuzey’de tasfiye edilmesine küçük bir “ödül” olarak sunulan kısmi “özerkliğe” ikna olursa, deyim yerindeyse “arife”yi görüp “bayram”ı göremeyeceği bir geleceği etrafı sarılı düşmanlarının insafına bırakmış olacaktır.

Bu belirleme Rojava’nın Kürt kazanımlarını Suriye’de dizayn edilen yeni emperyalist ve bölgesel güç merkezlerinden gelecek olan orta ve uzun vadedeki tehlikeyi önden gören Kürt’e yoldaşlıkta tereddüt etmeyen Kaypakkayacı bir aklın sorumluluğu olarak görülmelidir. 

Dolayısıyla, Rojava’daki durum, Orta Doğu’nun karmaşık ve çelişkili yapısını ortaya koymaktadır. Bölgedeki çatışmalar, emperyalist güçlerin çıkarları ve bölge halklarının özgürlük mücadeleleri arasındaki çelişkilerin bir sonucudur. Rojava direnişi, bu çelişkili süreçte önemli bir umut ışığı olarak görülmektedir. Ancak direnişin geleceği, emperyalist güçlerin politikaları ve bölgedeki güç dengelerine bağlı olmamalıdır. 

Bölgedeki siyasi ve ekonomik dengelerin yeniden son haftalarda şekillenmeye çalışıldığı bu süreçte, çeşitli güçler kendi çıkarlarını korumak adına farklı aktörleri destekleyerek bölgeyi Esad sonrası yeni bir kargaşaya sürüklediler.

Bu kargaşanın kazananı emperyalist ve bölgesel gerici güçlerdir. 

Esad rejimi tüm kötülüğüyle halkların ortak mücadele birliğiyle değil; ABD, İsrail, Türkiye destekli özgürlük düşmanı cihadistler eliyle, Rusya garantörlüğünde Esad’la yapılan bir anlaşmayla “yenilmiştir”. 

Esad ve Savunma Bakanı’nın dışında kalan tüm rejim kadrolarının ve tutundukları bürokrasinin HTŞ ile işlevine kaldığı yerden devam edecek olması da bu durumu net olarak ortaya koymaktadır.

Orta Doğu’da uzun süredir uygulanan Büyük Orta Doğu Projesi (BOP) çerçevesinde, bölgedeki ülkelerin sınırlarının yeniden çizilmesi ve siyasi yapıların değiştirilmesi hedefinde yeni bir mevzi Suriye coğrafyasında kazanılmış görünüyor. Suriye’de ortaya çıkan son rejim değişikliği, bu projenin yeni bir aşamaya girdiğinin göstergesi olarak değerlendirilmelidir. Bölgedeki güç dengelerinin değişmesiyle birlikte, yeni ittifaklar oluşmakta ve eski ittifaklar zayıflamaktadır.

Kürt ulusal hareketinin tam da bu zeminde kumaşı seksen defa ölçüp bir kerede kesmesi hayati bir yerde durmaktadır.

Türkiye, Suriye’nin kuzeyinde bir güvenli bölge oluşturmak ve PKK’ye karşı mücadele etmek amacıyla bölgedeki çatışmalara doğrudan müdahil olmaktadır ya da gerici İslamcıları desteklemektedir. Türkiye’nin buradaki amacı, sınır güvenliğini sağlamak ve bölgedeki etkisini her alanda arttırmaktır. Tabii ki Kürt’e yurt, devlet, özgürlük vermeyen kuruluş stratejisinden de asla taviz vermemektedir. Tam da bu noktada Kürt ulusal hareketinin bakış açısı; inkarcı, imhacı, sömürgeci Türk devletinin Kürt varlığına, kazanımlarına dönük saldırganlığı net olarak görülüp savaş ve direniş gerekçesi olarak değerlendirmesi gerekirken, yağmayan yağmura şemsiye açan bir iyimser acelecilikle yeni bir “çözüm(süzlük) süreci” başlıyormuş gibi bir algı yaratılmasına cevaz veren açıklamalar yapılmaktadır. Amaç dün olduğu gibi bugün de resmi devlet tezi, ideolojisi ve duruşu olarak Kürt ulusal özgürlük mücadelesini tüm politik, kurumsal kazanımlarıyla tasfiye etmektir. “Düşman” aynı yerde durmakta, Suriye eksenli ortaya çıkan yeni dinamikler üzerinden taktik manevralar ve manipülasyonlar yapmaktadır. 

Cihatçı örgütlerse, İsrail ve ABD desteği ve himayesiyle, Suriye’de kaos ortamından yararlanarak daha da güçlenmeye çalışacakları kesindir. Bu örgütlerin amacı, İslam devleti kurmak ve bölgedeki Şiîleri, ilerici yapıları ve halkları yok etmektir. Daha bugünden bu icraatlarına başlamış durumdalar.

Suriye’deki çatışmalar, bölgedeki güçlerin çıkar çatışmalarının bir yansımasıdır. Bu çatışmaların kısa vadede sona ermesi mümkün görünmemektedir. Bölgedeki siyasi ve ekonomik dengelerin yeniden şekillenmesiyle birlikte, çatışmaların şiddeti ve süresi artabilir. Bu durum, bölge halkı için büyük bir insani kriz yaratmaktadır.

Marksist bir bakış açısıyla değerlendirildiğinde, Suriye’deki çatışmalar, emperyalist güçlerin sömürü düzenini korumak ve genişletmek için kullandığı bir araç olarak görülmelidir. Bölgedeki doğal kaynaklar ve stratejik konum, emperyalist güçlerin çıkar çatışmalarının merkezinde yer almaktadır. Çatışmaların sonucunda, bölgedeki tali olan işçi sınıfı ve esas olan ezilen halklar daha da büyük sömürüye maruz kalacaklardır.

İşçi sınıfının verili yapısı ve öncülerinin zayıf ve konjonktürel olarak marjinal olması, esasen doğru dürüst ezilenler lehine işlemesi gereken demokratik / devrimsel süreci bloke etmekte, halklar arasında özlenen gerçek bir barışı ve onu güvenceleyen özgür geleceği ertelemektedir.

Sonuç olarak Suriye’de ortaya çıkan yeni durum, politik zeminde görünür olan tüm ilişki ve çelişkiler denkleminde, görev ve sorumluluk sahibi MLM’ler başta olmak üzere, tüm sol, sosyalist, devrimci yurtseverlere hayati veriler ve dersler sunmaktadır.

Tüm patırtı gürültü arasında, başta MLM’ler olmak üzere devrimci-sosyalist güçlerin taktiksel zayıf ve etkisiz konumunu avantaja çeviren tüm karşı devrimci, liberal, reformist ve işbirlikçi çevreler bizlerin hakikate dair sözlerini bastırmakta, sesimizi kendi mahallemize hapsederek, bizleri marjinal bir yerde izole etmek için el birliğiyle iş tutmaktalar.

Gerçekler devrimcidir. Tarihsel materyalist dünya görüşümüz ve günde ortaya çıkan sınıf mücadelesi temelli devrim ve karşı devrim güçleri arasında cereyan eden politik mücadele; sınıfların, cinslerin, ulusların, doğanın ve ona ait tüm canlıların nihai tek kurtuluşunun sosyalist bir gelecekte mümkün olduğunu bağırmaktadır. 

Ulusları, halkları etnik ve inanç eksenli bir kavgada birbirine boğazlatan emperyalist dünya gericiliğinin anlayacağı tek dil, anti-emperyalist bir mücadele cephesinde enternasyonal bir güç olup, kapitalizme karşı sosyalizm, sınıfa karşı sınıf perspektifiyle onu devrimlerle yenip alaşağı etmektir. Bunu ıskalayan, mümkün görmeyen, elindeki mücadele birikimini güçler arası rekabete yatırıp oradan el açıp küçük kırıntılarla yetinen her türlü reformist, işbirlikçi anlayış bugünkü elverişli koşulları kendilerine avantaj telakki etseler de tarihin hükmü son çözümlemede kesindir; emperyalistler ve uşağı yerli gerici iktidarlar, halkların birleşik mücadelesiyle er veya geç mutlaka yenilecek, dünya halkları er veya geç mutlaka kazanacaktır.

Taktik sürecin içinde bulunduğumuz kuşatması altında önümüzde duran oldukça zorlu görevleri, stratejik mutlak zaferimizin devrimci iyimserliği, coşkusu ve moral değerleriyle üstlenmeli “devrimci yol”da sebat etmeliyiz.