1. Haberler
  2. KONUK YAZARLAR
  3. O Gece Ölümsüzler Sofrasındaydım

O Gece Ölümsüzler Sofrasındaydım

featured
service

Yıllar önce karanlık bir gecenin ortasında aydınlık bir sofra…anılarla süslü konuşmalar, şakalar ve türlü çeşit takılmalar ve birde saatler sonra yaşanacak ayrılığın hüznü. Hepsi birden karışıp havaya, tutsaklığın gri atmosferini burgacında sürüklüyor yıldızlarla dolu gökyüzüne.

Tahliye yemeğidir bu. Yarın sabah sekiz yıllık esaretin son saatleri olacak Cemal için. Doya doya gülüyoruz ya biz, Cemal öyle değil; arada bir takılıyor gözleri bir süreliğine, anlaşılan hepimizi son kez tek tek belleğine kazımak istiyor. Kim söyledi hatırlamıyorum, “Tam 12 kişiyiz, İsa ve Havarilerinin son akşam yemeğine benzedi”. Kimse heveslenmiyor ne İsa olmaya, ne Yahuda. Kaç kez kim bilir; bazen açlığın koynunda, bazen barikatlarda copların ve tüfeklerin gölgesinde süzülen bir dostluğun, bağlılığın, sınanmış fedakarlığın tabaklardaki yemeğe asıl tadını verdiği o gece, henüz bilmediğim bir gerçek vardı. Ben o gece ölümsüzler sofrasındaydım.

********

O gece, sazı hep kucağındaydı Okan’ın. Biraz ötede kadınlar kopuşunun penceresinde belki de bizi dinliyordu Berna. Cemal, sever her ortamda sohbeti alıp götürmeyi ya, bu gece suskunluklarla bölünüyor konuşması. Dursun, ellerini dizlerine vurup duruyor gülerken ve patlatıyor istek parçasını, “Eğitmene varamadım/Naylon çorap giyemedim/Muradıma eremedim/Abum abum gız abum…” Mahir, her daim delifişek, uzak yol muavinliği alışkanlığıyla, dört dönüyor sandalyeler arasında, boşalan tabakları, bardakları dolduruyor, sigara paketlerini tazeliyor. 

Ölümsüzleşen savaşçı dostlarım için bir şeyler yazmam istenince, beni biraz telaş aldı. Nasıl anlatsam diye düşünüyorum haftalardır. Onlarla, ne dağlarda gerilla anılarım var, ne de kentleri kuşatmış sokaklarda. Ne yazsam bir parça sıkıca gelecekti okuyana. Gerilla anıları okumaya alışkın okuyucular için, kampüs kovalamacaları, kantin tartışmaları, hapishane barikatları sıradan hikayelerden ibarettir. Yine de benzer bir deneyim yaşamış her insan bu duyguyu ortak alacaktır. Salt o gece, o tahliye şöleni sofrasında solunan dostluğun, kardeşliğin, sırdaşlığın ve yoldaşlığın haznesini bir kez daha ciğerlerine çekebilmek için, koca bir ömrü vermeye hazır çok insan tanıyorum. Kurşunların havada vızıldadığı anılar bir yana, böylesi anılar beni daha farklı heyecanlandırıyor. Bu insanlarla can yoldaşı olma şansı bulmuştum. Ve şimdi hiç birisi yok; dünya onlarsız biraz daha soluk ve hayatımda, o karanlık gecenin aydınlık sofrası kadar ışıltılı pek az hatıram olacak. Peşinden koşup ömrümüzü verdiğimiz büyük zaferin sofrasında, eğer şanslıysak bir yerimiz olacak, ama gözlerimiz onları arayıp duracak; Okan’ı, Berna’yı, Cemal’i, Dursun’u ve Mahir’i.

********

Yıl 1988, kampüsü şehir dışında bir Ankara üniversitesi. Çoğunluğu taşra kentlerinden gelmiş pekçok öğrenci, uzun bir aradan sonra, peşi sıra çıkmaya başlayan devrimci-sosyalist yayınları büyük merakla takip ediyor. Güncel sorunlardan çok, devrimin en temel sorunları masaya yatırılıyor ve herkes kafasındaki soru işaretlerine bir cevap bulmak için acele ediyordu. O cevapların peşinden koşarken tanıştık Okan’la. Galiba oda benim gibi düşünmüştür. Bütün sorulara cevap için beklemeye gerek yok; atıl hele kavgaya, kervan yola düzülsün. Böyle Okan ve ben, kendimizi aynı gençlik örgütünün (Dev-Genç) çatısı altında bulmuştuk. Hani, seçimimizden pişmanlık duymadık hiç. Faşist devletin başkentinde, en sıkı korunan merkezlerde korsan eylem nasıl yapılır, bildiri nasıl dağıtılır vb. hepsinin pratiğini yapma ve öğrenme fırsatı bulmuştuk. Öğrenemediklerimizi ise biz ısrarla soruyorduk. Dev-Genç’in her toplantısında, benim derdim başkaydı, Okan’ın ise şuydu; “şu Kemalizmi bi konuşalım”. 

89 yazı, soruların cevap bulacağı sıcak günlerle başladı. O yazın başında Okan ile birlikte, Dev-Genç’in eğitim kampına davet edildik. Gidilecek yer, Marmara’nın küçük bir sahil kasabasıydı. Doğrusu yola çıkarken sahil, deniz, güneş gibi güzel beklentilerimizi de yerleştirmiştik çantalarımıza. İşin bu yanı tam bir hayal kırıklığıydı. Çadırımız sahilde değil, bir mezarlığın tam orta yerindeydi, sağımız-solumuz mezar taşlarıyla dolu. Zifiri karanlıkta tuvaletin gelse, bir taşa tutunup ölenin yakınlarının seni affetmesini dilemekten başka çaren yok. Hele sabahları, saç baş dağınık bir grup genç mezar taşları arasından çıktığında, sokakta top koşturan çocukların hortlak görmüş gibi sağa sola kaçışmaları görülmeye değerdi. 

Kamp Dev-Genç kampıydı ama biz oraya, sürekli tartışılması ertelenen sorulara cevap alma niyetiyle gitmiştik. Okan’la bu yönlü bir konuşma yapmamıştık ama, aynı amaçta buluşmuştuk; bir birimizden habersiz, ikimizde yanımızda başka çevrelerin dergilerini de getirmiştik. Bende Emek dergisi vardı, onda Yeni Demokrasi. Çantasından en az 4-5 sayı çıktı. Demek ki, 89 yılının başından bu yana Yeni Demokrasi’yi inceliyordu.

Kamptan önce pek çok işi beraber yapmış olsak da, samimiyetimiz ilerlemişti Okan’la. Ama, kampta, benzer soruları ısrarla talep ettiğimizi farkettik. Bir süre sonra, şunu yapmaya başlamıştık. Bir karar anında, “sen ne düşünüyorsun bu konuda” diye danışmaya başlamıştık. Ve bu, sonraki yıllarda hep süren bir alışkanlığımız olacaktı. Kamp sona erdiğinde, Okan’ın ve benim Dev-Genç’le işimiz bitmişti. 

Yaz dönüşü okul açıldığında Okan artık Kaypakkayacıdır. Üstelik artık yalnız değildi. Yanında, tıpkı onun gibi uzun boylu incecik, upuzun sarı saçları ve hiç güneş değmemiş gibi duran teni, açık renkli gözleriyle, yani görünüşüyle Okan’ın tam zıddı, Berna vardı. Hakkında ürkütücü söylentiler duyuyorduk. Kafası zehir gibiymiş, üniversite sınavında ilk yüze girmiş, ayaklı bir kütüphaneymiş vs. vb. Söylentiler görünüşüyle birleşince, sanki karşımızda “Buzlar Kraliçesi” duruyordu. Ne çok yanıldığımızı öğrenmem uzun sürmedi. 

Sonraki dört yıl boyunca Okan’ı ve Berna’yı birbirinden ayrı hiç görmedim desem abartı olmaz. Gittiğim yerde karşıma çıkıyorlardı; çoğu zaman benden önce oradaydılar. Sabahın köründen gece yarılarına kadar, koca kampüste adım atmadık yer bırakmıyorlardı. Ve onları kalabalık bir kantinde ayırt etmek kolaydı. Hangi masada neşeli kahkahalar, sazın teline dokunan parmakların ezgisi varsa, bilin ki oradaydılar. Her çevreden, her grup insandan dostları, arkadaşları vardı. Bu kadar insanla sadece örgütsel amaçlarla ilgilenmiyorlardı. Sakındıklarından değil, ikisi de bir olup bana da sık sık propaganda yaparlardı. Çok çeşitli çevrelerden kurdukları dostluklar, iki kişilik bir yaşama sığamamış olmalarındandı. 

O zamanlar, farklı çevrelerden de olsak, tüm gençlik gruplarının dile getirilmemiş bir anlaşması vardı. Devrimin genel çıkarlarını grup çıkarlarının önünde tutmak. Hiçbir çevre, diğerlerinden ayrı, tek başına bir eylem kotarmayı aklına bile getirmezdi. Diyelim bir eylemde bir iki yüz kişi toplandı, hemen iptal edilirdi. Eğer bin kişi kadar toplanmazsak, “eh, hadi toplanmışken yapalım” derdik. Birkaç bin kişi harekete geçirdiğimizde, “galiba iyi yoldayız” deme hakkını kendimizde görürdük. Tek derdimiz devrimin 12 eylül cuntacıları ve devamcıları karşısında güçsüz görünmemesiydi. Bu nedenle, devrimin temel sorunlarındaki ayrılıklara rağmen, pratiği hep birlikte gerçekleştiriyorduk. O uzun yıllar boyunca Okan ve Berna ile belki yüzlerce kez eylemin örgütlenmesinde omuz omuza çalıştık. Eylem öncesi yapılan toplantılarda hemen her zaman Okan ve Berna ile aynı şeyleri söyler ve savunurken bulurduk kendimizi. Oysa ki hiçte kulis çalışması yapmazdık. Sanırım bu durum onlara da garip gelmiştir. Ne de olsa onlar Maoist’ti, bense Sovyetçilerdendim. Onlarca kez, o kalabalıkların karşısına sazıyla çıktı Okan, hemen yanı başında sesimle eşlik ederdim. İki kişilik onlarca konser. Kalabalıklar karşısında konuşmakta gitgide ustalaşıyorduk. Doğrusu, uzun boylu, kuzgunu saçları ve bıyıklarıyla, benden çok daha karizmatik bir etki yaratıyordu Okan. Tek ufak kusuru vardı; ileri derece miyopluk. Gözlükleri olmasa iki adım öteyi seçemezdi. O yüzden, jandarmanın kurduğu pusulardan ben kurtuldum o ise çoğu kez yakayı ele verirdi. 

Kampüse jandarma bakıyordu. Gözaltılarda, karanlık ve daracık bir hücrede, buz gibi beton üzerinde yatırırlardı günlerce. Yine de, Ankara’nın meşhur işkencehanesi DAL’ı bir kez ziyaret edenler için, jandarma gözaltıları tatilden bile sayılabilirdi. Okulun açılış haftasında, dernek adına bir masa kurulur, yeni üye kayıtları ve propaganda yapılırdı. Birgün baktım, kayıt yerinin orada bir bölük jandarma daire biçiminde sıralanmış. Dairenin ortasında, Okan ile birlikte birkaç arkadaş ve meşhur dernek masası. Askerlerin arasından geçip Okan’ın yanına gittim, ne olduğunu sordum; “Masayı istediler, dernek başkanı adamlarıyla bıraktı gitti, biz kaldık, masayı vermeyeceğiz”. Kafa kafaya verdik ve madem gözaltı kaçınılmaz, hiç olmazsa bolca gürültü yapalım, iyice toz kaldıralım dedik. Çember daraldı canhıraş sloganlar, gitmemek için eline geçen her şeye sarılmalar filan derken, kan ter içinde askeri cipe bindirildik. Alay komutanı, çektiği video görüntülerini izlettirdi tek tek. “Okan’la verdiniz kafa kafaya karıştırdınız ortalığı” diye küplere biniyordu. Ben ise o videoyu hayretler içinde izledim. Okan’ı zaptetmek için yarım düzüne jandarma iş başındaydı. Ben ise, herhalde en az bir düzüne jandarmayla kapıştığımı sanıyordum. Meğer, o toz toprak içinde, baştan sona beni, iri yarı tek bir jandarma paketlemişti.

Okulda geçirdiğimiz son yıllardan biriydi. Jandarma, kısa süre önce, epeyce kalabalık, birkaç bin öğrencinin katıldığı, taşların ve molotofların havalarda uçuştuğu bordo bereliler bölüğünün kaçarcasına kampüsten çıktığı bir eylemde hiç kimseyi gözaltına alamamanın acısını, beş kişilik bir listenin peşine düşerek çıkarma hedefindeydi. Yeri yurdu belli olanlar hemen yakayı ele verdiler. Okan, bir kez daha miyop gözlerinin kurbanı olacak, alay komutanlığının buz gibi beton zemininde yatıp kalkmaya başlayacaktı. Listede ele geçmeyen bir tek bendim. Sonraki on iki gün boyunca kampüsün içinde jandarma ile kedi fare oyunu oynadık. Kampüsün binalarını iyi bilmeyen jandarmaları atlatmak kolaydı. Gözaltındakileri her zaman kinden daha uzun tuttular ve sonunda serbest bıraktılar. Çıkar çıkmaz Okan yapıştı yakama, “Yahu birader ne diye inat ettin, her gün gelip gittin okula. Seni ellerinden her kaçırışlarında, gelip hırslarını bizden çıkardılar.” Üzüldüğümü görünce, kucakladı beni, “şaka yapıyorum, ama bu sefer gerçekten kudurtmuşuz onları, yediğimiz dayaklara değdi.”

Her şey güzel görünüyordu kampüste, ama bir keresinde görüntünün altındaki gerçeği anlamıştı Okan. Dert yanıyordu; “bıktım, bırakacağım bu öğrenci tayfasını, mahallelerden çıkmamak en iyisi. Çevremize yüz tane insan toplandı. Mesela kantin boykotu olunca hepsi birer cengaver. Mao’nun 100. doğum yılı için kuşanın molotofları, bankamatikler önünde kutlama yapın dedik, yüz kişiden geriye otuz kişi kaldı. Gidenlerin hepsi de öğrenci. Buna ne dersin?.”

Ne diyeyim. Öylesine haklıydı ki!!

TKEP-LENİNİST DAVA TUTSAĞI

(Cemal Keser, Dursun Önder, Mahir Emsalsiz, Berna ve Okan Ünsal Anısına)

O Gece Ölümsüzler Sofrasındaydım
Yorum Yap
Giriş Yap

Devrimci Demokrasi ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!

Bizi Takip Edin