1. Haberler
  2. BİLDİRİLER
  3. MKP Ölümsüzlüklerinin 16’ncı Yılında 17’leri Andı

MKP Ölümsüzlüklerinin 16’ncı Yılında 17’leri Andı

featured
service

Elimize posta ile ulaşan MKP-MKSB imzalı Ölümsüzlüklerinin 16. yılında 17`lerin anısına yayınlanan bildiriyi devrimci yayıncılık anlayışımız gereği yayınlıyoruz.

Devrimci Demokrasi

***

VARTİNİK’TEN MERCAN’A: ÖLÜMSÜZ 17’LERE…

Anlatılanların, tarihi gerçeklerle ne denli örtüştüğü önemlidir. Misal, bir görselin ya da yazınsalın politiik yönlerini vurgulayıp öne çıkarmak ve yorumlamak elbette ihtiyaç olandır. Fakat daha da önemlisi olayların hangi tarihi bağlamlarda kurulduğu, nasıl ele alınıp anlatıldığı ve okuyucuya ilettiği mesajdır. Aksi tutum, her biri can bedeli yaratılan bu değerlerin maalesef ki hangi kavmin ve hangi tarihin yapıtı olduğu bilinmeyen bir takım efsaneyi yazım ve anlatıma dönüştürmeye vesilesi olacaktır.  Tarihimizde öyle yaşanmışlıklar vardır ki, her biri hålá ve her daim olmak üzere şarapnel sıcaklığındadır belleklerde. Bu anlamıyla tarihe iz bırakanların ardılları olarak diyebiliriz ki bizler acısını yüreklerde ve öfkesini bilinçlerde taşıdıklarımızın yerine de yaşıyoruz. Bu yürüyüşte onlar için de nefes alıp veriyoruz. Çünkü ideallerimiz gereği aynı hedefe kilitlenmiş ve farklı alanlarda fakat hedefi vuruyor olmanın kararlılığındayız!

Tarihi yazmak, geçmişin ağırlığından kurtulmanın bir yolu değildir. Bize göre tarihsel bir kesiti dahi yazıp, anlatmak, bir bağlılık ve devamlılık gereğidir. Gerek Vartinik çıkışı ve gerekse de “Bu Tarih Bizim!” şiarıyla gerçekleştirilen 1. Kongre mimarlarının da içlerinde bulunduğu 17’ler, II. Kongre arifesinde ölümsüzleştiler. Şüphesiz ki sunmuş oldukları perspektifin bizler açısından altı çizilebilecek, üzerinde durulması gereken ve uygulanıp öne çıkarılabilecek yönler barındırdığı gerçeği, bugün taban kitlemizin geniş kesimlerince daha bir kabul görmektedir. Kansız bir devrimi tasavvur etmekten çok uzak kanlı, bir iç savaşın üzerine inşa olunan Ekim Devrimi’nden feyz almış… Ve Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ürünü olduğunu kuruluşuyla deklare etmiş olan Maoist partinin savaş kurmayı 17’ler,  askeri faşist diktatörlüğe göre şüphesiz  ki bombadan ve makineli tüfekten daha az tehlikeli değiller. Çünkü bu perspektife göre devimin piyadesi köylülük ile metropollerin operasyonel gücü olan işçiler, proletarya partisinin elindeki silahı olan ordunun sıra neferidirler. Bu perspektif, evrensel manada, kapitalist restorasyonu önlemenin ve komünizme doğru ilkeli düzeyde istikrarlı bir ilerleyişin yegane anahtarı olan proletarya diktatörlüğünü savunur.

Bir kavganın içinde olmanın bedellerini çok iyi bilen ve olacaklara karşı öngörülü bir kararlılıkla hazırlanan bizim 17’ler, tarihsel doğrultuda yaşadıkları acılar ve katliamlarla sınandıkları sınavlardan başı dik çıkmasını bildiler. Diyarbakır 5 Nolu işkence tezgâhı, Mamak askeri zindanı, 19 Aralık’ta 20 hapishaneye aynı anda yapılan saldırılar ile yaşanan katliamlar ve tarihte daha neler neler… Ve şimdiye, yaşanan tecrübelere dayanarak varolan birikimin üzerine bir şeyleri daha eklemek üzere bu dağ yollarındaydılar. Şüphesiz ki bu sonuca toplumsal gelişme yasalarına dayanarak varmışlardı. Zihinlerinde insanlık davası adına büyük hedefler vardı. Bu yolda kerhen ilerleyen ve “biraz da başkaları mücadele etsin”, diyerek, yürüyüş kolundan ayrılıp aksi istikamette yol alan eski yoldaşlarının o geçkin sözlerine zerrece tamah etmediler. Tıpkı 3 yıl evvel sözleştikleri gibi, ortak bir amacın ortak çabasıyla yeniden vurdular dağlara, Munzurlara. Mercan’a vardıklarındaysa kahredici bir kusurdan ötürü kuşatıldılar. İlmek ilmek üstüne atılırcasına düğüm düğüm edilmiş o şifreleri çözemeyeceğini anlayan düşman, topyekûn imha konseptiyle taarruz etmek üzere Koçboğazı-Haramidere mevkiine hücuma kalktı! İşte, o saatten itibaren düşman ordu güçleri, Erzincan ilindeki en seçkin mekanize taburlarını uçar birlik harekâtıyla Mercan mıntıkasına taşıdı gün boyu…

Gerçeğe en yakın olduğun an, uçurumun da kıyısında demektir aslında.

Nasıl mı? Tıpkı akşamın alaca karanlığını geçtikten sonra zifiride saatlerce yol alarak yarının aydınlığına varmak üzere o bulanık tan vakti aralığını geçmek zorunda olmak gibi. Bu aralık bir yandan aslında berrak bir günün muştusudur. Fakat öte yandan ölümün de geceden beri pusuladığı son düzlüktür. Olaki bu geçit kazasız-kayıpsız aşılırsa, bil ki doğan günle birlikte geri çekilen karanlık sonrası ölüm orada orda yerde çırılçıplak kalacaktır. Ve çok geçmeden güneş yetişip onu kızıl ışınlarının ablukasına alacaktır!..

Vakit, yürek sıkıntısından olsa gerek epey daraldı buralarda. Tenhaların görünen yanları hafiften gölgeli. Bizimkiler dün gece konakladıkları kaya dibinden odur ayağına çubuk bir çapayla uzaklaşma gayretindeler. Zaman henüz çok erken. Zaman buralar da kendisini gerillanın tarzına hasbelkader uydurabilmiş. Ve olabildiğince küçük ölçekte kısa birimlere bölünmüş. Bunlardan birkaçı fecir, tan ve kuşluk vaktiyken, geriye bir tek an kalıyor, fakat oda aniden veya apansız geçip gidiveriyor. Zaman, nesnelerin boşalan dünyasında ışık-gölge ikileminde andan ana oluşan farklılığı bariz şekilde göstere göstere  geçip gidiyordu. Bizimkilerse zamanın bu sınavından geçerek ileriye dönük bir devinimle yürüyorlardı. Tabi paranın tunç insanında puşt olduğu bir devirdeyiz. Hain bir tuzağa düşürülen insanlar kimi düşkünleşen unsurları devletin çeşmesinden içtikleri o bir tas suyun karşılığını, kelle avcısı olarak dağlarda iz sürmek suretiyle ödemektedirler.  Elbet günü geldiğinde yeterince kullanıldıklarına kanaat getirildikten sonra buruşturulup bir kenara atılı verirler. Onurlandırıcı olan, halka hizmet etmektir…

İşte böyle bir dönemdir. Mevsimlerden yaz başıdır. Ağaçlar güz mevsiminde tıpkı takvimler gibi gün gün döküvermişlerdi yapraklarını. Kış kurusu o dallarıyla Mayıs’a varan bu ağaçlar, temkinli ilerleyen baharla birlikte nihayete erip yeşillenmişlerdi. Tıpkı Sibirya bölgesi gibi kendine has kışı olan Munzurlar’da ise ağaç namına ekseriyette ardıç olur. Sibirya’da sedir ağacı, Munzurlar’da ardıç… Bu dağlar ezelden beri kimine sığınacak liman, kimine savaş meydanı olmuş. Nice mazlumlar, bilgeler gelip geçmiş. Düzene başkaldırıp asaleti icraatlerinden okunan isyanlara kalkışmış nice silahlı güçler, bedelini yaşamıyla ödemesini göze alarak yıllar yılı alan tutmuşlar bu dağlarda! Zalım ise bura halkının misal bir kırbaç darbesine boyun eğip koşuma sürülecek denli uysal olmadığını çok iyi bilir. O yüzden bu sert iklimin dağlık coğrafyasına ezelden beridir zulüm olmuş ve gökten yağar ha yağar.

Mevsim normallerinde bu sıcaklık ve an itibariyle berrak bir gökyüzü var. Her biri farklı tarih ve mekânlarda düşman ordularına baş direyerek bugünlere ulaşan bizim 17’ler, tek-tük ardıç ağaçları ile iri kayalarla kaplı tepelere paralel olarak bir süre yol aldılar. Yatağı dar ve derin olan bir akarsuya yakın mesafede yoluna devam ediyorlardı. Öğlen üzerine yakındı. Saat 10’na geliyordu. Keşif için havalanan helikopter iz takibine yoğunlaşmıştı. Fakat gümbürtüsünden ötürü helikopterin sesini duymanın mümkünü yoktu. Bu kıvrım kıvrım akan suyun adı Mercan’dı. İsmini, Munzur suyuna karışmak üzere ortadan ikiye tıpkı kılıç gibi yarıp aktığı Mercan Vadisi’nden almıştı.

Aylardan Haziran’dır, 16’sı. Bu mevsimde dağların yükseklerinde eriyip kaya başlarından gizlilik kuralı gereği illegal davranıp görüntüsüyle usulüyle sızıp ilerler kar suları. İşte, eriyen bu kar sularıyla takviye olan Mercan suyunun akarken yerinden sökerek kendisiyle beraber bilinmezliğe sürüklediği o koca koca kayalar öyle bir ses çıkarır ki, sanırsınız dağ yıkılıyor.

17’ler, gümbürdeyen bu suyun tersine bir istikamette ve kıyısından kıyısından bir süre daha yukarı tırmandılar. 12 üstündeki keşif helikopteri tam da bu esnada farkediyordu onları. Koordinatların bildirilmesinden kısa bir süre sonra alana intikal eden kobra tipi taarruz helikopterleri, saat tam 10’da vurmaya başladılar! iki grup şeklinde ilerleyen bizimkiler baskına tutuldukları bu arazide bir kayayı siper aldılar. Silahların eşitsizliğine bir de arazii koşullarının elverişsizliği eklenmişti. Zaman da gerillanın aleyhineydi fakat güçler dengesindeki bu eğreti duruma bakılmaksızın silahların karşı ateş açmasından başka da bir seçenek de yoktu zaten. Artık coşan suyun gümbürtüsü ile silah şakırtıları ve helikopter takırtıları birbirine karışmıştı. Ateşlenen roketlerin kayalara çarparken patlayarak çıkardığı ses ve o sesin yankısıyla sanki hava yırtılıverdi birdenbire! Hava saldırısı neticesinde ateşlenen her bir roket, yakıp kavuran napalm bombaları ve eti çürütüp kemiği eriten türlü kimyasallar, tesir itibariyle bulutsuz gökte çıkan şimşek etkisi yapmaktaydılar. En hafif deyimle, tıpkı patlayan bir trafodan ötürü yüksek gerilim hattının kopan kablolarının kıvılcımlar saçarak etrafındaki ormanı ve evleri tutarcasına yakıp kavurarak kısa zamanda küle çevirmesinden daha beter bir durumdu…

Bu esnada, karlı dağların 0 sıfır yüksek rakımlı yalnızlığını yıllardır paylaşan bir ardıç ağacı, yaşanan bu çatışmada en yeşil yerinden bir roket mermisiyle vuruldu ansızın! Yetmedi, kobralardan ateşlenen 20 milimlik uçaksavar mermisiyle gövdesinden delik deşik edildi. Yetmedi, dallarından ve budanırcasına eli – kolu koparıldı.  Mermilerle biçilen o gövdesi tıpkı yırtıcı bir kuşun pençeleriyle bir kayaya tutunması gibi sıkıca sarıldığı o köklerinden koparıldığı gibi uçurumun derinliğini boyladı. Yaprakları bu asimetrik savaşın tüm vahşetiyle estirdigi barut, kızgın metal ve yanık et kokusuyla yüklü rüzgarın şiddetiyle, düzensiz kalp atışları misali titreşip çırpınıyordu. Uçurumun dibindeki bu ardıç tıpkı uzuvları kopan ve tüm kanı bedeninden boşalıp giden 17 dağ kartalı gibi ağır ağır çekişiyordu…

Sınıf savaşımının o aşırı sertliği elbette ki siyasi düşmanla aramızdaki derin çelişkilerin uzlaşmaz niteliğinden ileri gelmektedir. Burjuva ideolojisinin hâkim sınıflar açısından askeri çizgiye yansıma biçimi şüphesiz ki kaba kuvvet, çıplak şiddet ve dahası katliamcı nitelikte olabilmektedir. Bu mekânlarda yılların savaş esirleri olarak bir çoğumuzun böylesi durumlara gerek dağlarda, gerek zindanlarda yakından tanıklık etmesi olasıdır. Sınır tanımazlıkta vahşeti dehşetle saçan bu kasaturası kanlı düşman askeri güçlerinin, aynı zamanda tüm insanlık ölçütlerini yerle bir eden kana susamış lejyonerler sürüsü olduğu gerçeği, tarafımızca ve halkımızca çok iyi bilinmektedir. Bunların henüz yakın tarihte Bakûr’un yerle bir edilen şehirlerinde, Sur ve Cizre bodrumlarına sığınan Kürt halkından yaralı sivil insanlarımızı bidon bidon benzin dökerek diri diri yaktıkları, hafızanızda ki yerini tüm tazeliğiyle korumaktadır. Dersim Ovacık’ta Asmin, Rosa ve diğer yoldaşların başlarını gövdeden ayırarak, ailelerimize korku salmayı düşünürken, onlar korktu anaların bakışlarından.

Künyeleri devletin gizli arşivlerindeki istihbarat raporlarına kazınırcasına kaybedilmiş olan bizim 17’lerin teşhisi, birinci derece akrabalarının, o tüm insanlık ölçütleri yok edilerek katledilip parçalanan cenazeleri uzun uğraşlar sonucunda güç bela tanıyabilmeleriyle mümkün olabildi…

Devrim kervanının Kaypakkayacı hareketteki öncü müfrezesi olan 17’lerimiz, 17 Haziran 2005 yılında yıldızlara uğurlandılar. Bu kervanın mevcudu tıpkı Ali Haydar Yıldız’a atfen uzun yıllar evvel yoldaşımız Cüneyt Kahraman tarafından dikilen nar ağacı misali, yürüdükçe “Bire bin” vererek artmaya devam ediyor. Sayıları tam olarak bilinmez. “Aşağı- yukarı şudur” da denemez. Zaten onları saymanın mümkünü de yoktur. Onları saymaya kalkışmak gökyüzündeki yıldızları saymaya, boş yere çabalamakla aynıdır. O yıldızlar ki sayıları gökyüzündeki kum taneciklerine eştir ve bunları saymak da tıpkı yıldızlar gibi imkânsızdır. Onları saymaya kalkışmak, uçuşa kalkmış bir arı oğlunu saymaya kalkışmaktan farksız olur. Onları saymaya kalkışmayı ihtimal dahilinde bile olsa aklından geçirmek, zamanın en kısa birimi olan “ân”a karşı yapılmış ve yapılabilecek en faydasız girişim olacaktır.

Vartinik’ten Mercan’a bu tarihsel kavganın yürüyüşçüleri 17’ler, 16 ve 17 Haziran günlerinde çatışarak direndiler. Yaralı ele geçip, henüz sağ iken infaz edilenlerle birlikte, ikinci günün sonunda ölümsüzler kervanına ulaşmayan kalmamıştı. Düşmanın bu konvansiyonel ve muhtelif çaptaki o devasa teknik ile askeri yığınağı karşısında son 48 saatleri nasıl geçti, daha fazla ayrıntı bilinmiyor maalesef. Acaba eldeki verilerden yola çıkarak, alana çekilmesi muhtemel bir operasyona karşı hazırlıklı mıydılar? Salt bu hazırlıklara dair faaliyetleri var mıydı? Varsa ne düzeydeydi? Hepsi sır… Çünkü o kuşatmadan sağ çıkıp kurtulan olmadı. Sağ ele geçirilenler de hemen oracıkta infaz edildi. Yangın bombalarıyla, tıpkı Halepçe’de olduğu gibi çeşitli koku ve renkte kimyasal silahlarla, farklı kalibrede roket mermileriyle ve napalm bombalarıyla yakıldı, kavruldu, parçalandı 17’si birden…

Düşünceyi engelleyemeyeceğini çok iyi bilen sınıf düşmanlarımız, ilkel bir dürtüyle imkânlarını cenazelere saldırarak, işkence yapıp parçalayarak almaya çalışırlar her çağda. Bizler açısından gerçek şudur ki; insanlık davası savunucuları olarak düşünceyi canlı tutabilmeyi başaramadığımız müddetçe, bedeni canlı tutabilmek gibi geri inançların esareti altında olmaya devam edeceğiz. İşte “ölümsüz” 17’ler dememizin sebebi, düşünceleriyle tarihsel yürüyüşümüze yön vermeye devam ediyor olmalarından kaynaklıdır.

Çünkü tarihin önünde yürümek, tarihe yön vermekle olabilecek bir iştir. Aksi tutum ise tarihin gerisine düşmeyi kaçınılmaz kılar. Bu demek masalsı hikayelerde “mış”lı ve “miş”li bir dönemin politik ekseni dar bir siyasi figür olarak kalmaya mahkûm olmaktır. Ya da bir gün o safta, bir gün bu safta ve ne yazık ki yarını belirsiz durumda her dönemin tuzu kurusu olup gitmek… Verileri daha baştan yanlış konulmuş olan bir denklem, hiçbir zaman doğru sonuç vermez. Nihayetinde bozuk bir saat bile günde iki defa doğruyu gösterebiliyor fakat bu onun çalıştığını göstermez. Kaldı ki bu işler öyle yerin taşıyla göğün kuşunu vurmak gibi mekanik bir kalkışmaya benzemez. Tarih birikimi ve en az tarih birikimi kadar ideolojik niteliğe de ihtiyaç vardır.

Sonuç olarak; ilk savaş siperimiz olan Vartinik’ten Mercan’a, 32 yıla yayılan ve her etabı sebatla alınan uzun bir yürüyüş söz konusudur. Oldukça meşakkatli geçen bu yolun 30 yıllık tarihi muhasebesini 2002 yılında O Kongreyi yapan kadrolarımızın da içerisinde yer aldığı ölümsüz 17’lerimiz, bu anlamıyla tarihe yön vermesini bilenlerimizdir. Ki, bağdaş kurup kara kara düşünmenin ardıç ağacının köküne ulaşmada ne denli büyük kusur olacağı da kısa sürede iz sürücü yoldaşları tarafından bilince çıkarıldı. Tasfiyeci-revizyonist kulvarın bünyemizde açtığı derin boşluk uzun bir zaman alsa da kapatıldı. Maoist parti gerçeği yakalamada şah damarının atışıyla ustalaşmakta ve kendine yapılan eziyetleri bir-bir bertaraf etmekte. Maoist partinin yeniden inşa sürecinin Türkiye ve Kuzey Kürdistan’da, UKH’de baş gösteren anti-MLM düşünüş tarzlarına bir meydan okuma olduğu yoldaşlarımızca kavranmak zorundadır. Halk Savaşı’nın her biçimini proletaryanın iktidar mücadelesinde uygulamaya koyulalım. 17’lere ve daha nice ölümsüz yoldaşlarımıza sözümüzü tutmak, dostuna dost, düşmanına keskin kılıç olmaktan geçiyor.

17’ler Ölümsüzdür!

Halk Savaşçıları Ölümsüzdür!

MKP-MK.SB

MKP Ölümsüzlüklerinin 16’ncı Yılında 17’leri Andı
Yorum Yap

Yorumlar kapalı.

Giriş Yap

Devrimci Demokrasi ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!

Bizi Takip Edin