Devrimci veya ilerici bir parti, örgüt, kurum ve kuruluşun, ölen ve öldürülenlerin yokoluşuna sevinerek bir siyasallaşma çabasında olması, mümkün değildir. Bu anlayışın aksini iddia edenler, ne devrimci ne de ilerici bir misyona sahip değillerdir. Bir yıl öncesinde ABD’de yaşanan olaylarda ölen binlerce insana ilişkin, en genel devrimci bakış açımız bu olsa gerek, diye düşünüyorum.
Günümüzde, uluslararası sistemin hukuk düzeni en genelde hep şu formülasyona göre savunulmakta, ifade edilmektedir:
“Uluslararası hukuk şu ilke üzerine kuruludur; ulusların yapması gereken şey, barışta birbirleri için en iyi olanı, savaşta da birbirlerine en az zararı vermek olmalıdır.” (1)
Oysa, bugün uluslararası sistem düzenini temsil eden güçler, ne barış ortamında, ne de savaş ortamında, insanlığa yapılan kötülükleri ve haksızlıkları bir biçimde kınayarak nisbi bir barış ortamının sağlanıp uygulanması yönünde savaş karşıtı olmamışlardır. Günümüzde uluslararası sistem, kendi refah ve gelişmişlik düzeyini, sisteminin bekasını, dünya halklarını birbirine kırdırtan “bölgesel savaş” stratejisine endeksleyerek, yeni savaş pazarlarında buluşmayı tercih etmektedir. Bu savaş pazarı, en genelde, sözü edilen sistem içerisinde yer alan tüm rejimlerin tek varlık kaynağı olmuştur. Diğer bir ifadeyle, günümüzde var olan uluslararası sistemin ekonomik, siyasal ve askeri politikaları en genelde savaş ekonomisine dayanmaktadır. Bu anlayış, bugün var olan ülkelerden herhangi birisinin sistem dışına çıkmasını pek olanaklı kılmamaktır. Sisteme bağlı tüm ülkelerin, rekabete dayalı savaş ekonomisi “serbest” politikasını gütmeleri de kaçınılmaz olmuştur.
Yukarıda anlatılmaya çalışılan uluslararası sistem içerisinde yer alan ülkelerin, barış yanlısı bir yaklaşım içerisinde olmalarının olanaksızlığı, işte sözü edilen devletlerarası ilişkiler gerçeğinden kaynaklanmaktadır.
11 Eylül 2001’de Amerika’da yaşanan olayların yıldönümü yaklaşırken; dünyanın birçok ülkesinde ABD suları daha da ısıtmaya hazırlanıyor. Yaratılan bu gerginlik ortamında yeni kovalamaca, tehdit ve de bir dizi açık işgale varan “teslim ol” çağrıları gündemi adeta belirler durumda. Günlük basın ve değişik medyadan da anlaşıldığı kadarıyla, ABD 11 Eylül’de yaşadığı olayların etkisinden kolay kolay çıkamayacağa benziyor. Bu oluşuma parelel, ABD’nin geleneksel uluslararası yaptırımlarını daha da artırarak, yeni uygulamalarıyla baskı gücünü daha da sertleştirmenin çabası içinde olduğu gözlenmekte. ABD devlet başkanı Bush, etrafındaki bakan ve danışmanlarıyla yoğun bir görüşme ve de fikir alışverişi içinde olurken; ABD’nin 11 Eylül 2001 olayına boyun eğmeyeceği yönünde yaptığı resmi açıklamalarla, yeni müdahale planlarının ayak sesleri hemen hemen dünyanın bütün kıtalarında yankılanmaktadır. ABD’nin ulusal savunma politikasına bağlı olarak, dış politikasını öteden beri belirleyen “yeni savaş ve işgal” tezleri, yeni sürece ilişkin olarak da yön belirleme yoğunluğu içerisindedir.
Beyaz Saray’daki yöneticiler kendi kamuoyularına,11 Eylül’ün hesapsız kalmayacağı, hesaplaşmanın süreklileşeceği fikri ve atmosferini açıktan angaje ettmek istiyor. Son dönemlerde başkan Bush ve dişişleri bakanı Powell’in ortaklaşa verdikleri yeni savaşa çağrı metinlerinde;
“ABD, Irak ve benzeri ülkelerdeki iktidar değişikliğinin mutlak suretle oluşması, ülkesinin ve uluslararası topluluğun çıkarına olacağını düşünmektedir.” (2) şeklinde mesajlar verirlerken, gelecekte olabilecek tüm işgal müdahalelerini şimdiden uluslararası düzeyde meşru kılmanın ön çalışması içinde oldukları açıkça görülmektedir.
Anlaşıldığı kadarıyla, ABD başkanı, danışmanları, Beyaz Saray ve Pentagon’da yeni müdahale ve uluslararası arenada etkilerini nasıl ve hangi ölçülerde hissettirebileceklerini devamla tartışmaktadırlar. ABD esas olarak, geleneksel dış politikasına bağlı olarak bir dizi “komplo tezlerini” oluşturmaya çalışırken; uluslararası boyutta daha etkin bir güç olmanın hayaliyle, var olan militarist gücünü bir biçimde savaş pazarlarına sürmeyi amaçlamaktadır. Diğer bir ifadeyle, gücünü bilfiil savaş içerisinde vurarak ispat etmenin çabası içerisindedir.
Birçok politikacı, araştırmacı ve gözlemci, ABD’nin muhtemel “yeni işgal”lerin gerekçesi olarak sığındığı “istenilmeyen ülke rejimlerinin değiştirilmesi” tezinin 1648’deki Vestfalya Anlaşması’na aykırı olduğu şeklinde fikir belirtmektedirler. (3) Bilindiği gibi Vestfal Anlaşması, adı geçen dönemin Avrupa’sında yoğun dinler çatışmasının yaşandığı sürece denk düşer. Bu anlaşma Avrupa’da birçok ulus devletin doğmasına neden olmuştur. (4)
Bu anlaşma, özünde, uluslararası sistemde herhangi bir ülkenin iç işlerine müdahale yoluyla rejim değişikliğini yasaklayan bir belgedir. (5) Orta Avrupa’da Vestfayla Anlaşması’nın yürürlüğe girmesinde en önemli faktör, Türklerin Orta Avrupa üzerindeki baskılarının hafiflemiş olması idi. (6) Günümüzde insanlığın bilim ve tekniğin hayli gelişmiş bir dönemde yaşamış olmaları, veya herhangi bir ülkenin iç güvenliğinin 500 yıl öncesinden (1648) “yasal güvenceye” alınmış olması; bugün güçlü devletlerin zayıf ülkeler üzerindeki adaletsiz yaptırımlarının halen devam ettiği gerçeğini hiç bir zaman değiştiremez.
Dolayısıyla, geçmişten günümüze dek süregelen süreçte; imzalanan bir dizi “Uluslararası barış veya saldırmazlık paktı” gibi anlaşma veya sözleşmelerin var olması, bu anlaşmaların en genelde hep güçlüden yana olduğu gerçeğini de hiç bir şekilde değiştirmemektedir.
Bu söylediklerimize somut bir örnek vermek gerekirse; kendileri tarafından savunulan ve de “devletlerüstü” bir statü düzeyine çıkartılan, birçok ülkeyi de kendi yaptırımlarına tabi tutan, ezilen ülkeleri defalarca kez cezalandırmış bir Birleşmiş Milletler (BM) gerçeği vardır. Aynı BM, ABD veya İsrail’i, defalarca alınan kararlara uymaya çağırmış, ancak hiçbiri bu ülkeler tarafından ciddiye alınmamıştır. Bu ülkeler her defasında, kendilerini yargılar gözüken BM’i adeta sorgularcasına ve kendilerinin de açıkça BM üstünde bir güç olduğunu gösterircesine, birçok kez dünyaya meydan okumuşlardır.
ABD, bugün hep 11 Eylül olayını gerekçe göstererek yaptıkları her tür yaptırımı “meşru müdafaa” olarak göstermesinin yanı sıra, kendi deyimiyle “yarım kalan sorununu bugünün şartları altında tamamlamak” istediklerini de her fırsatta ifade etmektedir:
“Amerika’nın teröre karşı mücadelesi esasen yeni başladı, dolayısıyla savaş gelişip yaygınlaşacaktır.” (7) ABD’nin bu türden yaptırımları zaten 11 Eylül öncesinde de vardı. Zira geçmiş dönemlerde de güdülen temel politika, aynı amaçlar paralelinde ABD’nin uluslararası egemen bir güç olması ve kendi denetim ve yargı mekanizmalarının (savaş ve müdahaleleri) hep yöneten ve de yönlendirilen bir ülke olmasıydı. Bugün, Irak muhtemel bir işgalin ilk adresi olarak gösterilirken ve ardından da İran ve birçok petrol ülkesi ve daha da ileriye giderek Kuzey Kore’ye kadar uzanan kıtalar ötesi çapta bir müdahalenin ayak sesleri yoğun bir şekilde yükselmektedir. Geçmişten beri hep ABD’nin açık bir tehdidiyle karşı karşıya kalmış bir Ortadoğu gerçeği yaşanmakta. Devam etmekte olan savaş tehdidine karşı, bölge ülkelerinde savaş karşıtı bağlamında iki farklı görüş öne çıkmaktadır.
Birinci görüş; büyük ekonomik güce sahip zengin elit ve veya kraliyet ailelerine mensup kesimlerdir. Bunlar daha ziyade sessizliği tercih ederlerken, ironik bir biçimde konuşmamayı bir tepki veya karşı çıkmak anlamında görmektedirler. Onlar, hep ellerindeki yüzlerce milyar doları nerede ve nasıl güvenilir ülke(ler) adreslerinde korumaya alabileceklerinin korku ve paniği içindedirler. Çünkü, Kraliyet ailesine ait servetin büyük bölümü Amerika ve Avrupa bankalarında bulunmaktadır. Londra’da günlük olarak Arapça diliyle yayımlanan Alguts Alarabi gazetesi, bir yazısında Suudi Arabistan’daki Kraliyet ailesinin Amerika (büyük bölümünün) ve Avrupa bankalarında 400 milyar dolardan fazla parasının olduğunu yazarken, sözü edilen miktarın 20 milyar dolarının da sadece 80 yaşlarında olan Kral Fath’a ait (8) olduğu iddia edilir.
Dolayısıyla, bu denli büyük miktarlardaki servetin kendileri tarafından güvenilir banka veya bankalarda istif eden Arap ülkelerinin nasıl gerçek bir ulus devlet olmadıklarının ipuçlarını belli yönleriyle bize verdiği kanısındayız.
İkinci görüş ise, radikal islam diye tabir edilen örgüt çevreleridir. Bunlar ABD’nin Ortadoğu’daki varlık gücünü hiçbir şekilde içlerine sindirmezken, ancak sürekli olarak anti-Amerikancı ve anti-İsrailci bir tutumla gündemde kalabilmişlerdir. 1940’lar sonrasında, Arap ülkelerinin devlet ve siyasal kompozisyonu oldukça ilginçtir. Onlar ülkelerinde güçlü bir devlet yapılanmasından yoksun kalmış ve devamla Kraliyet ailesinin “hayırlı dualarına” umudu bağlamışlardır. Bölgeye ilişkin, gerçek anlamda, ulus bağımsızlığından yana bir birlikteliğin tarihsel bulgularına rastlamak mümkün değildir.
Bu örgütler, özellikle Güney Lübnan’ın 1978 yılında İsrail tarafından işgal edilmesiyle birlikte siyasallaşmalarına hız verdiler. Bunların siyasal yükselişleri bir anlamda bölgede yaşanan gerginlik ve de İsrail’in saldırı, işgal ve baskılarına endeksli olarak gelişmiştir.
Bu örgütlerin kendi bölgelerinde sahip oldukları ittifak ve müttefik güçleriyle ilgili olarak, daha önceki yazılarımızda zaman zaman yer verdiğimiz için, burada yeni bir tekrarın yapılması pek de gerekmemektedir.
Zaman zaman ABD veya İsrail’in bölge ülkelerine “terörist ülke” suçlamaları adı altında yaptıkları baskı ve değişik yaptırımların, hemen anında etkisini gösterdiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Öyle ki, her dış baskının olduğu dönemlerde, sözü edilen örgüt çevreleri ile ülke yöneticileri arasında ayrışma ve kopuşmaya bile neden olunmuştur. Bu yabancılaşma tıpkı çekirdekle kabuğun birbirlerinden ayrılarak ayrı biçim ve farklı bir tad sunan iki oluşum olması gibi olmuştur. Sonuçta şunu söylemek pekte abartılı bir saptama olmasa gerek; günümüzde var olan uluslararası konjektürde, ABD’nin bir veya birkaç olası işgaline karşı, nicel ve nitel anlamda caydırıcı bir güç olabilecek homojenlikte bir siyasal oluşum yoktur.
Ortadoğu ile ilgili olarak; Rusya’nın herhangi bir ABD işgalinden fazla rahatsızlık duyacağını söylemek pek de olası değildir. Zira, Rusya’nın jeo-politik veya jeo-sratejik konumundan ötürü (Kafkasya bölgesindeki radikal-islam örgütlerinin varlığı, Çeçenistan vs.), öteden beri kendisi de her tür radikal islam örgütlenmelerine karşıdır. Son dönemlerde Irak ile yapılan 40 milyar dolarlık ekonomik işbirliği anlaşması, Rusya’nın radikal islam konusundaki bakış açısını yine de değiştirmeyecektir.
Kimi çevrelerce çoğu zaman, Büyük Çin’in uluslararası denge ve ilişkileri etkileyecek bir güç olduğu savı ileri sürülmüştür. Bu iddia doğru ve de inandırıcı değildir. Çin yıllardan beri ABD ve Batı’ya adeta yalvarırcasına Dünya Ticarat Örgütü’ne (WTO) üye olmak istemiştir. Nihayet son bir yılda WTO’ya ancak üye olabildi ve artık Çin bu üyeliğine hiçbir zaman ve hiçbir şekilde gölge düşürmek istemez. Ne yapabilir? Olası bir ABD işgalinin olduğu bir durumda en fazla BM’in Güvenlik Konseyi üyesi olmasından ötürü, geçmişte yaptığı gibi yine veto hakkını kullanır. Hepsi bu kadar!
Unutmamak gerekir ki, Çin yıllardan beri kendisini sürekli meşgul eden ve halen de ediyor olan sorunlarla karşıya kalmış durumdadır ve tüm çözümsüzlükler kapı arkasında adeta çözüm beklercesine nöbet tutmaktadır. (Tibet, Uygur bölgesi, gelişip yaygınlaşmakta olan radikal islam ve benzeri birçok rejim muhalefeti gruplar vs.)
Günümüzde, tüm ülkeler, dolaylı veya dolaysız olarak başka bir bölgede yaşanan herhangi bir baskı veya anti-demokratik uyulamayı kınarken, kendilerinin de aynı tipten anti-demokratik uygulama ve yaptırımlara sahip oldukları bilinir. Tüm bu ülkeler uluslararası arenada yaşanan haksızlıkları kınarken, kendi ülkesindeki aynı yaptırımları göz önünde bulundurarak tepki derecesini belirlerler. Burada Machiavellizmin, “kendi çıkarların için yapacağın her tür ahlaksızlık doğrudur ve gereklidir” tezi, bugün yaşanan uluslararası savaş ortamında çoğu ülkenin rehper tezi durumundadır. “Tarafsızlık” veya “çekimser” vs. gibi bir tavır takınmaları, özünde, onların kendi genel çıkarlarının her şeyin üstünde tutmada kendi Machiavellizmini açığa vurmaktadır.
Tüm bu çifte standartlı devlet ilişkileri, esasında günümüzde var olan uluslararası hukuk sisteminin niteliğini yansıtmaktadır. Çünkü, uluslararası hukuk sistemi, ne dünyada yaşayan 6 milyar insan içindir, ne de, dünyada, 100 milyon insanın günde 1 dolarla geçinmek zorunda bırakılmış (9) yoksulun hukuk ve adeletini sağlamak içindir.
“Amerika dünyanın en güçlü ülkesidir, dolayısıyla sorumluluk derecesi de büyüktür. Amerika’nın dev askeri gücüyle zaman zaman boy gösterisinde bulunması, yeni dünya düzeninin güvenceye alınması bakımından anlamlıdır. Amerika mutlak süretle bu askeri gücünü önemli oranda dünya ülkeleriyle yaratacağı birlikteliklerle paylaşmalıdır.” (10)
Zaten paylaşılmayan hiçbir şey yok. Ülkelerin “küçük Amerika” olmaları bundandır. Bugün dünyanın bütün kıta ülkeleri Amerika’nın askeri üsleriyle bir ağ gibi örülmüş durumda. ABD, denetiminde tuttuğu IMF ve Dünya Bankası vs. gibi uluslararası kurumlarıyla diğer ülkelerin, özellikle de “üçüncü dünya” olarak ifade edilen ülkelerin iç ve dış borçlanmalarından siyasal yönetimlerinin karar mekanizmasına kadar müdahalede bulunmakta ve bu geniş ilişkiler alanını bir zorunluluk veya diplomasinin “iyi niyet” yaklaşımı dedikleri “gentlemant agreement” aldatmacasıyla egemenlik ve bağımlılık politikası gütmektedir. Diğer bir ifadeyle, emperyalizm savaş diplomasisiyle baskı unsuru olurken, devletler ilişkisinde ikinci veya üçüncü bir ülkeye sormaksızın alınan kararlara uyma zorunluğunu açıkca dayatmıştır. Ülkeler adeta bir ulus iradesizliğinin yaşandığı bir ilişki düzeyinde, “devletin bir kurumlar bütünü” (11) olma espirisinin tersine, sözü edilen baskı politikalarıyla tüm bu oluşumlar açıkça tasfiye edilmişlerdir. Bugün uluslararası sermayeyi temsil eden ülkelerin, yukarıdaki devlet ve ulus profiline uygun tüm ülkelerin birer içsel olgusu durumuna geldiğini iddia etmek sanırım haksızlık olmayacaktır. Kissinger’in bir önceki yorumunda önerdiği söz konusu “işbirliği” zaten hemen hemen bütün dünya ülkelerinin içinden çıkılması güç, yoksul dünya halklarının bugün itibarıyla içinde bulundukları en büyük sorunu olmuştur.
Günümüzde uluslararası sistemin Yeni Dünya Düzeni (YDD) eksenindeki işleyiş mekanizmasının; tıpkı Machiavelli’nin önerdiği devlet ilişki ve prensipleri esasına göre olduğunu söylemek, doğru bir saptama olacaktır.
“Adetleri kendi ülkesindekinden farklı olan bir ülkeyi ele geçiren hükümdar (devlet) kendisinden daha zayıf komşu devletlerin koruyucusu ve lideri olmalı, kuvvetli olanları zayıflatmaya çalışmalıdır.” (12) Malum, günümüzde uluslararası emperyalizm hangi nedenlerle kendi savaş gerçeğini savunursa savunsun, tek hedefleri, tüm ülkelerin uluslararası statüyü (YDD) tümden ve de sorunsuz bir biçimde uygulamalarıdır. İşte tüm bu nedenlerden ötürü, zaman zaman ortaya çıkan bazı biçimsel farklılıklara rağmen, ABD’nin Irak vs. gibi ülkelerle itişerek belli çatışma alanlarına girmeleri kaçınılmaz olmuştur.
“ABD, Arap ülkeleriyle veya bölgeye yönelik tüm ilişkilerinin çıkış noktasını belli yönleriyle siyasi ve psikolojik bir çerçeve içerisinde belirlemek zorundadır.” (13)
ABD öteden beri tüm dış ilişkileri öncelikle belli bir kuvvet ve güç dengesine göre belirlemiştir. Artık, ABD’nin tüm dış ilişkileri savaşın gerektirdiği ve de amacına uygun belli siyasal ve de psikolojik tepkilerin öngördüğü mesajlarla örtüşmüş durumda. Zira, ABD’nin Afganistan üzerinden Kafkas bölgesine ilişkin ileri sürmüş olduğu tezi, “kalıcı barışı” öngören Powell Doktirini’dir. Kalıcı barış tezi, şu anda Amerika’nın YDD ekseninde dış ilişikilerini yönlendiren ve de bir dizi komplo senaryosuyla yüklü, uluslararası boyutu olan bir uzlaşmaz savaş tezidir. Kissinger’in veya ABD dışişleri bakanı Powell’in söyledikleri özünde aynı siyasal ve de stratejik çıkarları hedefleyen, tek bir sistemin dünya genelindeki egemenliği öngören, siyasal ve bugünden yarına birçok askeri plan ve programı içeren, yeni savaşın senaryolarıdır.
Kullanılan ve yararlanılan kaynaklar:
1- Montesgui, “The Spirint of tehe Laws”, Weidenfeld an Nicolsen, Londen 1966. (Aktaran: Hal, A. J. “Devlet”, 2000 Ankara, sayfa: 145)
2- De Volkskrani, sayfa 9, 17 Ağustos 2002. Amsterdam.
3- A.g.k, sayfa: 10.
4- Poletz, k. “Wereld Geschiedenis”, Het spectrum, Antwerpen 1983. sayfa 80-82.
5- De Volkskrani, sayfa 9-10, 17 Ağustos 2002.
6- Potyemkin, Vladimir, “Uluslararası İlişkiler Tarihi, SSCB Bilimler Akademisi”, May Yayınları. cilt 1, İstanbul 1977, sayfa 242-243.
7- Tüzüner. Beha, (Emekli korgenaral), TRT, 28-08-2002, Türkiye.
8- Alguds Alarabi, 19 Ağustos Londra 2002, sayfa 1.
9- NOS, Johannesburg’dan Notlar, 23 Ağustos 2002 Hollanda.
10- Kissinger, Henry, Loy Angeles Times Syndicete, 16 Ağustos 2002.
11- Hall, A J ve İkenberry, G. J. “Devlet” Doruk Yayımcılık, ankara 2000 sayfa 11.
12- Machiavelli, “Hükümdar”, Sosyal Yayınlar İstanbul, 1985, sayfa 21.
13- Kissinger, Henry, Los Angeles Times Syndicate, 16 Ağustos 2002.