Devrim Yılmaz
Genel olarak dünyada, istisnalar dışında sosyalist hareketlerin almış olduğu yenilginin, artçı depremleri devam ediyor. Coğrafyamızda ise; Sosyalist hareketlerin sindirilmesi ile yeni arayışlara kapı aralayan süreç kendisini reformist bir saplantı ile buluşturdu. Bu durum, ideolojik olarak tasfiyeci bir süreci beraberinde getirerek sisteme yedeklenme noktasında, deyim yerindeyse epeyce de yol katletti. Sivil toplumculuk, kimlik kültür siyaseti, çoğulculuk gibi radikal demokrasi anlayışına saplanan sol sosyalist hareketler, nihayetinde illegal kılcal damarlarına kan pompalamayı bir kenara bıraktı. Var gücüyle sistem içiciliğin sunmuş olduğu, zehirli elmalı şekeri tatma sevdasıyla, günlük politik argümanlarını da bu eksende dizayn ederek Marksizm’i kavramsal düzeyde de revize etti, ediyor.
Devrimci mücadele olarak algılanan, demokrasinin derinleştirilmesi ve yaygınlaştırılmasından ibaret geliştirilen argümanlar ve yönelimler, ne yazık ki kavrayış olarak halen Marksizm olduğu sanıyla derinleştirmeye çalışılıyor. Bu gayret, devrim ve zor denklemini, iktidarın halen namluların ucunda olduğu gerçeğini gölgeleyerek, mevcut devrimci durumu da pasifize ediyor. Dünün Dev-Yol, TDKP gibi kitlesel devrimci hareketlerin, an itibariyle gelmiş olduğu nokta hepimizin malumudur. Deneneni tekrar denemek güncel taktik bir politika değil marxizm’den kopuşun tam kendisidir. Bu denemelerde tarihsel olarak birincisi hata, ikincisi hatanın ötesinde olan beyhude çabalar, devrim mücadelesini tasfiye ederek kitleleri yılgınlığa sürükleyebiliyor.
Yukarda bahsi geçen örgütlerin hepsi de silahlı devrim perspektifli, devrimde zorun rolü meselesinde kavrayışları olan devrimci hareketlerdi. Bu koşuya katılan, deyim yerindeyse balıklama dalan örgütlere sorumuz şu olacak; Yukarıda bahsi geçen kurumlardan sizi ayıran ne gibi özelliğiniz var. Sizin farkınız ne, tılsımlımısınız. Sizlerin de bu noktaya gelmeyeceğinizin garantisi ne? Bilmelisiniz ki, günün sonunda gelinen noktaya baktığımızda, EMEP, Sol parti vb. lere dönüşerek kendilerini devrim kulvarının tamamen dışında tutup, demokrasi mücadelesi adı altında tasfiye, dağılma gibi bir sonla buluştular. Görmüyor musunuz? Çoğulculuğa vurgu yapan bu anlayışlar, demokrasi, kimlik- kültür ve cins gibi sorunlarda farklılıkların tanınması ve bu farklılıkların topluma yansıtılması gibi bir amaçla karşımıza çıkıyor. Partilerin yerini, sivil toplumculuk alarak, devrim ve devrimci mücadelenin içini boşaltarak devrim meselesini de bu sivil toplumculuk ile kategorize ediyor.
Mevcut çelişkilerin çözümüne dair bir tek argümanları olmaz… olamaz. Bu anlayış sadece çelişkilerin tanınması perspektifiyle hareket eder. Bütün değerlerin değersizleştirildiği postmodernist kavramlar, Marksizm adına, Marksist retorik olarak sunulmaya çalışıyor. Revizyonizmin beslendiği kaynaktır Marksizm biz bunu anlayabiliriz… kabul eder miyiz? HAYIR. Marksizm, tarihsel olarak diyalektik materyalist bir ideolojiye dayanan toplumsal bir dünya görüşüdür. Bu ideolojinin bütünselliği 3 sac ayağına dayanır. Politika, ekonomi ve felsefe. Bu üçlü, sınıf mücadelesinin aldığı biçimi, yolu belirler ve geliştirir. Bu gelişmelerin kavramsal karşılığı Komünizmin ilk aşaması olan Sosyalizmdir ki biz ona Proletarya Diktatörlüğü diyoruz. Oradan da ikinci aşama olan sınıfsız sınırsız toplum yani Komünizm.
Bu nedenledir ki, kavramlar Marksizm’de somut tanımlamalara tekabül eder. Onu kendi bağlamından kopararak içini boşaltarak geliştirilen her teorik açılım Marksizm’den başka her şey demektir. Bu yaklaşım Marksizm’i revize eden içini boşaltan değersizleştiren yaklaşımlardır. Bilimsel değildir kurgusaldır. Kavramlar ve açılımları üzerinden ilerleyelim; Proletarya diktatörlüğü, tarihsel olarak kapitalizm ile Komünizm arasındaki geçiş dönemini ifade eder. Bu siyasal, ekonomik ve felsefi bir biçim olarak bir sınıfın iktidarı anlamına gelen sosyalizmdir. Literatürde bu Proletarya Diktatörlüğüdür… yumuşatılmış, korkarak dillendirilen içi boş, bir sınıfsal karşılığı olmayan genellemelerle,’Ezilenlerin iktidarı’, ‘alt tabakanın iktidarı’ vb tanımlamalar sosyalizm tanımını karşılamaz. Toplumun en altında ki yoksullar, hırsızlar, katiller vb. katmanlar, bir sınıf oluşturmadığı gibi Proletarya diktatörlüğü veya Sosyalizm de böyle bir zemine dayanan iktidar biçimi değildir. Kimin kazandığının belli olmadığı bir ara süreçte, proletarya, iktidarını herhangi bir olguyla paylaşmaz. Tarih bize bunu Sovyet ve Çin devrimlerinde iki kez gösterdi.
Burjuvalaşan Komünist Partilerin, yozlaştırdığı ve deforme ettiği iktidara, rüşvetçi bürokratların çöktüğü, bu karşı-devrimlerin yarattığı negatif enerji nedeniyle dünya devrimci hareketinin nerelere kadar savrulduğunun da göstergesidir. Yukarıda içi boş kavramların kullanılmasında sorun görülmüyor gibi görünse de, mesele iktidara kimin sahip olduğu meselesi ise tamda bu nokta da önem kazanıyor. Sosyalizm, Proletarya ideolojisinin yaratmış olduğu bir harikadır ve O iktidarda Proletaryanın temsilcisi olan Komünist Partisinindir. Öyle ezilen, alta kalan, yan yatanların iktidarı değildir. Marksizm, sınıflar savaşında proletaryanın bilimsel ideolojisidir. Madem iktidarın kimde olduğu meselesinin bu kadar değeri yoksa Marksizm’e ne gerek var. Sınıfa, Marksizm’le donanmış sınıf hareketine ne gerek var. Varsa bir Parlamento, atabilirsek bir koltuk böyle de iktidarı paylamış oluruz. Kolay gelsin… Buradan çıksa çıksa Leninist parti anlayışının reddi, kavramsal düzlemden öte sosyalizm reddine kadar gidebilecek bir anlayış çıkar. Gulaş sosyalizmi… ‘birlikte yönetebiliriz’. İşte tamda bu yüzden Proletarya diktatörlüğünde İktidar ‘ın temsilcisi, Komünist Partisinin ta kendisidir. Ve bu tek partidir. Çünkü sosyalizm; Koalisyonlar iktidarı değildir. Dünyanın herhangi bir yerinde ortaya atılmış moda bir takım kavramlar, Türkiye sosyalist hareketi açısından, hiçbir bilimsel veriye dayanmadan, alt başlıkları okunmadan, var olanı alıp, kendisine uygun bir ortam yarattığını var sayarak, kötü bir ambalajla sunmaya çalışıyor. ‘Komünal gelecek’ tanımıyla tarif edilen şey, Komünizm değildir. Komünizm böyle bir şey değildir.
İnsanlık tarihi boyunca komün yaşamına aşina olan canlı bir topluluktan bahsediyoruz. Hayatın her alanında bunu görme olasılığımız mevcut. Mağarada başlayan bu komünal hayat, günümüze kadar genel olmasa da insanlık tarihinin bir yerinde hayat hakkı bulmuş ve yaşanmıştır. Marksın tarif ettiği komünizm bu değildir. Bu tamda komünal hayat dediğimiz ortak yaşam alanlarında, ortak yaşamı organize etme. Gelecek bunla anlatılamaz tarif edilemez. Postmodern bakış açısından kaynaklı olarak, kavramsal değerlerin içini boşaltarak erozyana uğratma, hiçleştirme, anlamından koparıp, algı yaratmak gibi bir sonla buluşuyor.
İşte tamda bu yüzden komünizm yerine ‘komünal gelecek’, Proletarya Diktatörlüğü yerine ‘ezilenlerin iktidarı’ Bazı kavramların önüne, arkasına ‘sosyalist’ ekleyerek, altı boş, içi boş kavramlarla Marksizme katkı yaptıklarını sananlar, ne yaptıklarını kuşkusuz biliyorlardır. Bizim gördüğümüz yavaş yavaş şırınga edilen Revizyonizmin ta kendisidir. İlkelerin yerini farklılıkların aldığı,İşçi sınıfı ve bu sınıfı bir araya getiren ideolojinin de sona erdiğini bize empoze etmeye çalışıyorlar.
Sosyalist hareketin Postmodernizmle olan imtihanı kolay gelsin… Marks’ın Lafargue’yi görüp söylediği o meşhur söz gibi Bizde böyle ‘Marksistleri’ görünce Marksist olmaktan vaz geçiyoruz…