Birçoklarının aksine duygusaldır da, yoldaşları için yapmayacağı bir şey yoktur; hele onlar gözaltındalarsa, hele onların kanlı işkence altında olduklarını biliyorsa, hele onlar bir şey istemişlerse kendisinden. Yoksa ne işi vardı bir örgütün genel sekreterinin, gözaltından yeni bırakılmış bir “yem”in randevusunda, legal olarak randevuya gidebilecek onca yoldaşı varken…
“Gelip kondu bir güvercin
Ellerine o gece
Kırmızı bir çelenk oldu
Bileğinde kelepçe”
Ülkü Tamer
29 Temmuz günü 34 UK 975 plakalı, 14.30 İstanbul otobüsü kalktığında Lüleburgaz garajından, bir Mercedes oto da gaza basar aynı anda. Beylikdüzü’ne kadar sorunsuz geçer yolculuk; otobüs önde, Mercedes arkada bir saatten fazla yol giderler art arda. Tam Beylikdüzü’nü Büyükçekmece’ye bağlayan Deve Bağırtan Rampası’na geldiklerinde birden hızlanır Mercedes, otobüse yana çekmesini işaret ederek önlerini keser. Beş kişi vardır aracın içinde, beşi de iner arabadan. Elinde telsiz olan, arabanın ön kapısında, şoför hizasında durur, kimlik kontrolü yapacaklarını söyler şoföre. Hiç sesini çıkarmaz, çıkaramaz şoför, güpegündüz, otoyolun ortasında koskoca otobüsü durdurup kimlik kontrolü yapacaklarını söyleyen bu insanlara karşı. 12 Eylül’ün en karanlık günleridir ve herkes, her akşam televizyon haberlerinden aşinadır böyle sahnelere.
Bir tek, şoförün hemen arkasında bir numaralı koltukta oturan, 25-30 yaşlarındaki, iyi giyimli, ince, uzun boylu, kara yağız genç adam yutkunup hafifçe kıpırdar oturduğu yerde.
Aslında, aşinalıktan öte, alışkındır o bu tür uygulamalara; şimdiye kadar kaç kimlik kontrolünden geçmiş, kaç defa soğukkanlılığı, cesareti ve zekası sayesinde sıyrılmıştı ellerinden, arananlar listesinin en başlarında olduğu halde bile; ama yine işte, her seferinde olduğu gibi yakasına yapışıverir “Ya bu seferki son olursa!” tedirginliği.
Elbette kendisi için değildir bu tedirginlik; ne uzun süredir vur emriyle aranır olması ne de İstanbul polisinin kendisini sağ yakalasa bile öldüreceği tehditleri umurunda bile değildir onun. Kendi canından yana değildir tedirginliği, çoktan hazırdır o ölümü gülümseyerek kucaklamaya ama yapacak daha o kadar çok işi vardır ki onun. Hele de örgütün en tepeden saldırı altında olduğu böylesi kapkaranlık bir dönemde. Onlarca yoldaşı gözaltında, işkence altında inim inim inlerken onlar için bir şey yapamadan, örgütü bu saldırılardan en az hasarla çekip çıkaramadan böylesi bir durumda yakalanmak olacak iş miydi?
12 Eylül’den çok önce başlamıştı onun hikâyesi.
1971 yılında gelmişti Elazığ’dan İstanbul’a, yüreğinde buram buram Deniz Gezmiş sevgisi ve onun adıyla özdeşleşmiş THKO sempatisiyle. Okmeydanı’ndaki bir ilkokulda öğretmenlik yapmaya başlar. Aynı zamanda Galatasaray Mühendislik Yüksek Okulu’na girip Kimya Mühendisliği eğitimi almaya başlar. Ancak düzenli takip edemez derslerini.
Bir akrabası aracılığıyla tanışır İbrahim Kaypakkaya ile. Oldukça etkilenir onun derin teorik seviyesi, felsefi görüşleri ve devrimle ilgili düşüncelerinden. Kısa bir süre sonra da örgütsel tercihini yapacaktır zaten.
Kaypakkaya’nın Dersim’de ele geçip günlerce sorgulandığı Diyarbakır zindanlarında tarihe “ser verip sır vermeyen direniş ustası” olarak geçmesi bu tercihi daha da pekiştirir. Ve daha o günden karar verir ileride bir gün düşerse eğer düşman eline, önderi İbrahim gibi, işkencede kızıl direnme ruhunu yaşatacağına.
Belki de o gün bu gündür işte diye düşünür otobüsün ön kapısında elinde telsizi ile duran polisi görünce; önderimizden devraldığımız bayrağı yeniden göndere çekme günü.
Otobüsün içine dalan iki sivilin “Kimlikleri hazırlayın” diyen sesi getirir onu kendine; biri ön kapıdan binmiştir, diğeri arka kapıdan, hızla kontrol etmekteler kimlikleri.
Diğer ikisi de otobüsün iki yanını tutmuşlar, sanki aradıkları kişi otobüsten fırlayıp kaçabilecekmiş gibi. Neredeyse bitmek üzeredir kimlik kontrolü ama bir türlü bulamamışlardır aradıkları ismi. Hem tip tarifi vardır ellerinde, hem de eski bir fotoğrafı halbuki.
Hırsla ön kapıdan içeri dalar, elinde telsiz olan adam, otobüstekileri şöyle bir süzdükten sonra bir numaralı koltukta oturan yolcuya dönüp kimlik sorar. “Ben kontrol edildim” der bir numarada oturan, sakin, yumuşak bir sesle, “Kimliğime baktılar daha önce.” Kimlik diye ısrar eder diğeri, sonra Oktay Emre adına düzenlenmiş kimliği eline alıp kendinden emin bir şekilde “Senin esas adın ne oğlum?” der dalga geçercesine.
Hızla indirler otobüsten, Mercedes’e bindirip uçarcasına uzaklaşırlar oradan.
Aslında, Mualla’nın randevusundan dönüyor olmasa, “Bu sefer şansı yaver gitmedi, rastgele bir kontrol sırasında tesadüfen yakalandı” diye geçecekti kayıtlara ama; ahhh! O randevu var ya! Yana yana kendisini arayan ve “Telefonda olmaz, mutlaka yüz yüze görüşmemiz gerek” diyerek kendisini Lüleburgaz’a çağıran Mualla’nın verdiği o randevu. Bütün yoldaşlarının, dostlarının, arkadaşlarının, “Gitme bu bir tuzaktır” demesine rağmen, belki de yakalanacağını bile bile gittiği son randevu.
Mualla zaten eşinin örgütsel faaliyetleri nedeniyle gözaltına alınmamış mıydı? Böyle bir pazarlığa tek başına girebilir miydi? Daha doğrusu terazinin bir kefesine kendisi bir kefesine de Mualla oturtulmuş olabilir miydi? Mualla TKP/ML’nin yakalanan ilk Merkez Komite üyesi olan Hıdır Ayata’nın eşiydi; eşinden sonra gözaltına alınıp kısa sürede bırakılmıştı. Bırakılma da değil, “gündüzleri dışarıda, geceleri emniyette” olan ve dışarıdakileri avlamak için kullanılan bir “yem”dir aslında.
Halbuki çok değil, daha iki hafta önce, 14 Temmuz 1981’de, henüz “yem” yapılmamışken Mualla, nasıl da heyecanla açmıştı evinin kapılarını kendilerine. Hıdır’ın yakalandığını duyar duymaz hemen koşmuştu onun Mualla ile birlikte kaldığı eve, polislerden önce varıp, örgütsel belgeleri kurtarmaya, hem de can yoldaşı Gülendam ile birlikte.
İyi ki de almış Gülendam’ı yanına.
Mualla da yardım etmişti kendilerine belgeleri paketlemeye. Ama o kadar çok, o kadar çoktu ki belgeler mümkünü yoktu elde taşımaya. Bir taksi bulayım diyerek çıkmıştı evden, iyi ki de taksiye ihtiyaç duyup çıkmıştı o evden.
Daha iki kadın paketlemeyi bitirmeden basılmıştı ev polislerce. Daha doğrusu; gözaltına aldıkları Hıdır Ayata kaldığı evin adresini verince, alıp getirmişti polisler de onu eve, ne var ne yok diye şöyle bir bakmaya. O kadar rahattılar ki, dışarıya gözcü bile yerleştirmeden dalarlar hep birlikte odaya. “Mualla, tamam Hıdır’ın eşi de, bu da kim ola?” diye sorarlar. “Ben komşularıyım” diyerek cevaplar Gülendam polisin Hıdır’a yönelttiği soruyu, onun bir şey söylemesine fırsat bırakmadan “Öyle işkence görmüş bir hali de yoktu Hıdır’ın” diye hatırlayacaktı sonradan.
Yanlışlıkla hazine odasına dalmış gibi hisseder kendilerini polisler, evin ortasında paketlenmiş olarak kendilerini bekleyen yayınlara baktıkça. Aralarına birer polis yerleştirerek oturturlar Hıdır, Mualla ve Gülendam’ı koltuklara. Polislerin gözleri, hazinenin zenginliğiyle kamaşmış, zevkten dört köşe, tadını çıkarmaktalar içine düştükleri zenginliğin. Kendilerinden öyle geçmişler ki, ne kapıyı açık bıraktıklarının farkındadırlar ne de bu açık kapıdan kendilerine bakmakta olan genç adamın. Bir tek Gülendam, bir tek o görür onu ve kaş göz işaretiyle anlatır gitmesi gerektiğini. Her şey bir kaç saniyede olup bitmiştir zaten, durumu gören genç adam geldiği gibi çıkıp gitmiştir evden.
Ya kapı açık olmasaydı? Kapı kapalı olsaydı ve taksi çağırmaktan dönen genç adam gelişini haber vermek için kapı ziline bassaydı ve kapıyı polisler açsaydı ne olurdu?
Ne olacaktı ki? İstanbul polisinin yıllardır peşinde olduğu ve 12 Eylül ile birlikte vur emriyle aradığı, TKP/ML’nin ikinci konferansta Genel Sekreterliğe seçtiği Süleyman Cihan, gökte aranırken yerde, hem de yanı başlarında bulunmuş olacaktı.
İlk defa 1975 yılında aranır duruma düşer Süleyman Cihan, o zamanlar revaçta olan TCK 142. maddesinden. TCK’nin bu maddesi, şimdilerde hırsızlık suçunu kapsıyor olsa da, 1991 yılında ortadan kaldırılmadan önce komünizm propagandasını yasaklamaktaydı.
Kurucu Genel Başkanı olduğu İstanbul Tuncelililer Derneği’nin 16 Mart 1975’te Kapalı Spor Sergi Sarayı’nda düzenlemiş olduğu bir gecede yapılan konuşmalar ve okunan şiirler nedeniyle, dernek yöneticileriyle birlikte onun hakkında da komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle dava açılmış; bu nedenle yapmakta olduğu öğretmenlik mesleğini bırakmak zorunda kalmıştı.
Aranıyor olmasına aranıyordu ama, komünizm propagandası gibi hafif bir ceza kimin umurundadır. Çok geçmez aradan, bir yıl sonra yeni bir suç biner omuzlarına: TKP/ML örgütünün İşçi Komitesi Sorumlusu olmak suçu. 18 Ocak 1976’da TKP/ML’ye yönelik Zeytinburnu operasyonu olarak geçen ve Atilla Özkan’ın ölümüyle sonuçlanan bu operasyon sırasında yakalananların ifadelerinde bu şekilde geçmektedir adı.
Tam artık biraz çeki düzen vermek zamanı diye düşünürken gelir hemen ardından “Halkın Gücü Dergisi” afişlemeleri sırasında yaşanan olaylar. Deyim yerindeyse tam anlamıyla tüy dikmiştir bu afişleme sırasında çıkan olaylarda bir polis memurunun ölmüş olması onun hukuki durumunun üzerine.
O gün, bu gündür aranıyor olmasına rağmen faaliyetlerine hiç ara vermemiştir Süleyman Cihan, en fedakâr, en kararlı, en örgütçü kadroların başında gelir ve kimilerine göre teori ile arası iyi olmasa da pratik bir dehadır o.
Birçoklarının aksine duygusaldır da, yoldaşları için yapmayacağı bir şey yoktur; hele onlar gözaltındalarsa, hele onların kanlı işkence altında olduklarını biliyorsa, hele onlar bir şey istemişlerse kendisinden. Tırnaklarına zarar gelsin istemez onların, onlara gelecek olanlara siper etmeye hazırdır göğsünü her zaman. Yoksa ne işi vardı bir örgütün genel sekreterinin, gözaltından yeni bırakılmış bir “yem”in randevusunda, legal olarak randevuya gidebilecek onca yoldaşı varken.
Saat 16’ya doğru varır Mercedes o zamanlar 2. Şube’nin bulunduğu Sansaryan Han’ın önünde. Aslında devrimci tutsaklar 1. Şube’de tutulmaktadır, ancak burası tıka basa dolu olduğu için 2. Şube’nin tabutlukları da açılmıştır hizmete. 12 Eylül’ün üzerinden aylar geçmesine rağmen, hızından hiç bir şey kaybetmemiştir işkence, yıllarca etmeyecektir de.
Kendisinden önce yakalandığı haberi gelir şubeye, polislerin sevinç çığlıkları kaplar ortalığı; leş kargaları gibi üşüşürler başına .
O kadar geçerler ki kendilerinden, hiçbir kural tanımazlar işkence yaparken, saatlerce, aralıksız sorgularlar onu. Aynı dönemde gözaltında olan birçok kişi görür onun bir külçe gibi sorgulanışını, saat saat ölüme yaklaşışını.
“Süleyman Cihan gece getirilip bir banka bağlandı. Tamamen bir et yığını halindeydi. Bir polis sürekli olarak; Süleyman.. Süleyman, diye ölüp ölmediğini anlamak için sesleniyordu. Ama ondan hiç bir cevap gelmiyordu. Galiba Süleyman ölmüştü veya can veriyordu. Sonra bağladıkları bankla beraber alıp götürdüler.”
Bir ara “Ben Süleyman Cihan” diye bağıracaktır götürülmeden önce. “Beni Hıdır Ayata’nın karısı verdi, kaçamadım, bunu bilin.” Belki de son sözleri olmuştur bunlar, sonrasında ne gören vardır canlı olarak onu, ne de sesini duyan çünkü.
Süleyman Cihan’ın gözaltına alındığı haberi örgüt çevrelerinde de bomba etkisi yapar. Herkes bilmektedir onun başına gelecekleri.
Bir bildiri kaleme alınır önce, yurt dışındaki demokrat kamuoyunu harekete geçirmeye, Süleyman Cihan’ın işkencede infazını önlemeye yönelik. Sonra da baba Ağa Cihan ve bir avuç avukat girer devreye.
Ne avukatların onca çabası ne ailenin aralıksız devam eden aramaları sonuç verir, hiçbir yerden olumlu bir cevap alınamaz. “Yok öyle birisi” denilmektedir yüreği yaralı babanın hemen hemen her merciye yazdığı “Oğlum nerede”, “Sağ aldınız sağ verin oğlumu” dilekçelerine. Bir grup yoldaşı ise içeriden dilekçe üzerine dilekçe vermekte, suç duyurularında bulunurlar, “Biz onu gördük, yanımızdaydı, işkencede öldürülmeden önce.”
Günler günleri, aylar ayları kovaladı bu bilinmezlik içinde. Sonra bir gün, Adlı Tıp Kurumu’nda “kimliği meçhul” kişilerle ilgili bir dosyada oğlunu gördü baba Ağa Cihan.
Bu fotoğrafı olan, ama hüviyeti meçhul şahıs, gözaltına alındıktan sonra örgüt evini göstermek için Kadıköy, Üst Bostancı’daki bir evin adresini vermiş, polisler eşliğinde, bu eve getirildiğinde, polislerin “bir anlık” dalgınlığından istifade edip, kendisini pencereden aşağı atmıştı, hem de elleri kelepçeli bir şekilde.
Peki nasıl oluyor da, ta Lüleburgaz’dan beri takibe alınan, Süleyman Cihan olarak gözaltı işlemleri yapılan, üst arama tutanağı tutulan, bazı sanıklara “Ağa Cihan oğlu, 1950 Tunceli ili Ovacık ilçesi doğumlu Süleyman Cihan” olarak teşhis ettirilen birisi öldükten sonra “kimliği meçhul” bir kişi olarak morga gönderiliyordu?
Üstelik de ölüme intihar süsü verebilmek için onca çaba harcanıp, cesedi Kadıköy, Üst Bostancı’daki bir evin ta altıncı katına kadar çıkarılıp oradan aşağı atıldığı halde neden bu senaryodan vazgeçilip “kimliği meçhul” listesine eklenmişti?
Çünkü mızrak çuvala sığmamış, öldükten sonra aşağı atılan cesette ne iç kanama ne de dış kanamaya rastlanmıştı. İlk bakışta intihar olmadığı o kadar açıktı ki. Zaten, “meçhul” olmayan, sürpriz bir tanık da doğrulayacaktı Süleyman Cihan’ın üst kata çıkarırken sadece bir ceset olduğunu:
“Ben onun apartmandan atılışının tanığıyım. Ama korkuyorum, bana yapılanlar.. Eşime yapılanlar. Bana can güvenliği verin konuşayım, bu bir insanlık görevi, ama yarın benim ve eşim için de bir başkası insanlık görevini yerine getirmek zorunda kalmasın…./….. Kusura bakmayın, anlatamıyorum ama o çocuğu gördüm, gece getirdiler. Ellerinde apartmana çıkarttılar. Pencereden bakanlara kızdılar. Sessizce çıkardılar. Çocuk yaşamıyordu. Çünkü ellerinde bir ceset gibi çıkarttılar. Sonra çocuk yerdeydi.. Sonra da evi geldikleri gibi terk ettiler. Bir kısmı yukarı çıkarken bir kısmı aşağıda bekliyordu. Aşağıda bekleyenler sürekli yukarı bakıyordu.” (Kürşat İstanbullu, Gözaltında Kaybolanlar, Yalçın Yayınları)
“Tam bir intihar” tutmadı, “kimliği meçhul” verelim abi. Göz göre göre. Dalga geçercesine… Çekilen acıları kanatırcasına… Cezasızlık kuralımız, bize hukuk işlemez dercesine…
Neyse ki dönemin bütün hukuksuzluğuna, keyfiliğine rağmen, yaşam hakkının kutsallığına, inanan, “Hukuk insan içindir” ilkesiyle hareket eden avukatlar vardır o dönemde de.
Ne yazık ki, Süleyman Cihan’ın katillerinin cezalandırılması için yıllarca harcadıkları çabaları , koşturmacaları sonuçsuz kalır bu avukatların. Dosyadaki açık çelişkilere, yalan yanlış tutanaklara, doktor raporlarına, otopsi sonuçlarına, onca tanığın açık beyanına, suç duyurularına rağmen reddedilir bütün talepleri.
Üstelik de onu, intihar ettiği bildirilen 30 Temmuz’dan sonra işkencede gördüğünü iddia eden onca tanık olmasına rağmen. Tam kırk bir yıl geçmiş üzerinden gözaltında kaybedilmesinin.
Kırk yıldan fazla zaman geçmiş, suç delillerini karartmak amacıyla gizlice gömüldüğü Kasımpaşa’daki Zindanarkası Mezarlığı’nın “kimsesizler” bölümündeki mezarının bulunmasının.
Kırk yıldan fazla zaman geçmiş, yüreği yaralı bir ananın bu mezarın Feriköy Mezarlığı’na nakli sırasında “Ne olur yüzünü gösterin bana, son bir kez göreyim, yıllardır hasretim ona” çığlıklarının üzerinden.
Kırk yıldan fazla zaman geçmiş genç bir avukatın, bir anaya sıkı sıkı sarılıp oğlunun o halini görmesini engellemeye çalışmasının üzerinden. “Morgdan almıyoruz ki” demiş, “Morgdan almıyoruz ki ana, hele bir bak biz neredeyiz, nereden alıyoruz Süleyman’ı?” Kaç ay geçmiş üzerinden. Normal ölüm değil ki onunki, en ağır işkencelerden geçti. Yetmedi ta altıncı kata çıkarılıp aşağı atıldı intihar süsü verebilmek için. Aylardır kara toprağın bağrında. Gel etme, eyleme, eskisi gibi hatırla Süleyman’ımızı. En son gördüğün gibi. Dal gibi. Civan gibi. Narin. Yakışıklı.
Bir kırk yıl daha geçse unutulur mu çekilen bu acılar.
Hele de,o mezarlıkta o ananın acılı yüreğinden çıkıp oğlu için yaktığı o ağıtlar… Bırakın insan evladını, bırakın kurdu kuşu, savrulduğu gökyüzünü bile ağlatan ağıtlar. Sahsenem ananın kendi deyimiyle, nazlı mı nazlı, kıymetli mi kıymetli oğlu için yaktığı ağıtlar. Kendi dilinde.
Kurmanci.
Da da bîye bîye.
* Kurmanci’de, Ah oldu.. oldu. (Ahmet Cihan&Mehmet Çetin, Süleyman Cihan: Komünist Bir Önderin Yaşamı, Belge Yayınları.)
Kaynak:sendika.org