GERÇEKTEN DE, “BİZİ KURTARACAK OLAN, KENDİ KOLLARIMIZDIR!” | SİBEL ÖZBUDUN

“Gömülecek bir yerimiz bile yoksa vatanda

Ve dövülmüş köpek gibi yalnızsak

Bu suç bizim suçumuz ey emekçiler

Bu karanlık bizim karanlığımız!”[1]

“Devlet-mafya ilişkileri”, ya da daha kapsamlı bir deyişle “devlet-çete ilişkileri” bu ülkenin, deyim yerindeyse,   “sabite”lerindendir; gündem döner dolaşır, eninde sonunda bu konuya gelir… Adeta bir devlet rutini… 

Aslına bakılırsa, bunda şaşırtıcı bir şey de yok. İki bakımdan: 

1. Devlet geleneği 

Videolarıyla son dönem geniş bir izleyici kitlesini bilgisayar ekranlarına kilitleyen Sedat Peker’in sıkça çağrı çıkardığı (Osmanlı dönemi) “serdengeçti”ler, “deliler” vb. den bu yana, devlet, nizamî güçleriyle üstesinden gelmesi “uygun” olmayan kimi “vurdu-kırdı” işlerini “fedaî”lerine yaptıragelmiştir. İttihat Terakki’nin siyasi suikastlarını yaptırdığı 99. Bölük ya da “Fedai Zabitan” böyle bir yapılanma, örneğin. Ermeni Soykırımı’nda müebbetlik mahpusların salıverilerek tehcir edilen Ermeni kafilelerinin üzerine saldırtılması da aynı geleneğin bir izdüşümü. 

Ya da İttihat Terakki ile hem bir “kopuş” hem de bir “süreğenlik” diyalektiği sergileyen Kemalist rejimin ilk yıllarında istihdam ettiği Topal Osman’lar, Yahya Kahya’lar, İpsiz Recep’ler… 

Dedim ya, bu coğrafyada devlet, Osmanlı’dan bu yana kendi “meşruiyet”ini zorlayacak, ellerini kirletecek işleri “fedailer”ine yaptıragelmiştir. Bir “devlet geleneği…”[1]

Cumhuriyet tarihi boyunca bu “geleneğe” sıkça müracaat edilegeldi: Sabahattin Ali’nin katledilmesi, Turan Emeksiz’in öldürülmesi, 6-7 Eylül olayları… Ancak bu ilişkilerin tarihinde birkaç “kritik noıkta”dan biri, söz konusu “devlet geleneği”nin, NATO bünyesinde olası bir “Varşova Paktı istilası”na karşı kotarılan uluslararası ölçekli anti-komünist bir gayrı-nizamî savaş örgütü olan Gladio ile çakışmasıdır. Gladio’nun Türkiye ayağı “Özel Harp Dairesi” ve benzeri kontr-gerilla örgütlenmeleri, özellikle 1970’li yıllarda sol/devrimci güçlere karşı sıklıkla kullanılmış, katliamlar, suikastlar, yargısız infazlar, insan kaçırma, sabotajlar gibi faaliyetlerde araçsal olmuştu. Bu “operasyonlar”da “devlete/güvenlik güçlerine yardımcı” sivil kişilerden bolca yararlanıldığı sonradan açığa çıkacak, giderek dönemin “para-militer” odağı MHP ileri gelenlerince de ikrar edilecekti. 

1970’li yıllarda Batı Avrupa ülkelerinde (İtalya, Portekiz, Yunanistan, Fransa, Belçika, Almanya…) kötü şöhretli operasyonları iyice açığa çıkan Gladio, 1990’ların başında, tasfiye edildi… En azından Avrupa ülkelerinin büyük bölümünde…

Türkiye’deki faaliyetlerinin deşifre olmasına rağmen, “devletlûlar” tınmayacak ve kontrgerilla yeni adlar ve kisvelerde faaliyetlerini, -ağırlıklı olarak Kürt savaşına odaklanarak- sürdürecekti… 

Bu coğrafyada çete/ mafya-devlet ilişkilerinin tarihinde bir başka dönüm noktası da sanırım bu momente denk düşmektedir. 1970’li yıllarda “komünizmle mücadele” bağlamında istihdam edilen “devlete yardımcı” çeteler, 1980’lerin uluslararası kırılmaları çerçevesinde “iş dünyası” ile kalıcı ve karanlık ilişkiler kurdular. Öncelikle, ekonomik krizin yarattığı zeminde çek-senet tahsilatıyla başlayan bu simbiyozun çapı zamanla genişledi. Miyase İlknur, Zehra Özdilek ve Tuğba Özer’in Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan ve ülkenin 40-50 yıllık mafyatik” tarihinde devlet-iş dünyası-mafya ilişkilerine ışık tutan, son derece yararlı bir “bellek tazelemesi” niteliğindeki “Kirli Üçgen: Siyaset-Mafya-Ticaret” başlıklı yazı dizisinde “ülkücü mafya”nın “zuhuru”yla ilgili şöyle deniyor:

“1980’den sonra Türkiye’de bir de yeni tip bir mafya türedi. 12 Eylül’den sonra tutuklanan kabadayıların ya da mafya babalarının yerini ülkücü mafya doldurdu. Dışarıdaki klasik mafya gruplarıyla çatışmaya giren ülkücü mafya, 1981’de ortaya çıktı. Önceleri çek-senet tahsilatı, eğlence yerlerinden haraç toplama, belediyelerin çay bahçesi ve otopark ihale işlerini şiddet yoluyla ele geçirme işiyle ilgilenen Ülkücü mafya, biraz palazlanınca işleri büyüttü. Yanlarında silahlı en az 100 adam bulunan ve çoğu da ülkücü olan bu şebekeler, MİT, Emniyet ve siyasiler tarafından kullanılır. Kimi zaman para sahiplerini korumada, kimi zaman Kürt işadamlarının öldürülmesinde, kimi zaman konuşmasından endişe edilen birinin yok edilmesinde, kimi zaman da yurtdışı operasyonlarda ya da kara para sahiplerinin mallarına çökülmesinde, hatta siyasilerin kurultaylarında rakipleri sindirmede kullanılan bu organize suç örgütlerinin liderlerine Emniyet ya da MİT kimlikleri, sahte pasaportlar, polis koruması, çakarlı arabalar tahsis edilir. Bir süre sonra ya çok fazla bilgiye sahip olduklarından ya da aralarında rant paylaşımı nedeniyle ayrışma yaşandığından bunlardan kurtulmak istenilir. İşte o zaman da ateş topuna dönen bu kullanışlı şebeke liderleri dönüp sahibini vurur.”[2]

Kuşkusuz, bu “palazlanma”nın bir ayağı da küresel ve çok yüksek kârlı bir alana dönüşen uyuşturucu ticaretiydi. Narko-gelirler girift uluslararası finans ağlarında aklanıyor, turizm, nakliyecilik, yolcu taşıma, eğlence sektörü ve futbol gibi sektörlere aktarılarak uyuşturucu tacirlerine “iş adamı” statüsü sağlıyordu. “Devlete yardımcı” çeteler böylelikle mafyatik kapitalizmin aktörlerine dönüşürken devlet de (özellikle de Kürt savaşının finansmanında kullanılan narko-gelirler sayesinde) “mafyalaşacaktı”. Durum artık devletin kontrolünde yürütülen bir tetikçilik misyonunu aşmış, taraflar arasında kimin kime hükmettiği muğlak ve oynak simbiyotik bir ilişkiye dönüşmüştü. (Gazeteci Deniz Yücel, uyuşturucu kaçakçılığından müebbede hükümlü ve Hollanda’da cezaevinde yatan Hüseyin Baybaşin’in Med TV’de yayınlanan bir röportajda, “Bizim için uyuşturucu işi o zaman bir suç, bir yasak değildi, bizim için bir devlet sektörüydü… Başımıza bir aksilik gelmezdi” dediğini aktarıyor.[3]

Bir başka deyişle, devlet-çete ilişkilerinin devlet-mafya ilişkilerine evrilmesi ile[4], devletin para-militer yardımcıları, yağmadan pay (Ermeni Soykırımı’nda “çökülen” Ermeni gayrımenkulleri, kurbanlardan gasp edilen ziynet eşyaları, Karadeniz’de Pontus’luların yağmalanması, Beyoğlu’nda yakılan Gayrımüslim dükkânlarından götürülen top kumaşlar, antika eşyalar, ve tabii tecavüz edilen kadınlar…) almalarına göz yumulan “ayak takımı” pozisyonundan, “muteber iş adamı” pozisyonuna yükseldi. 

Sedat Peker’in videolarında sık sık çağrı çıkardığı “40 yaş altı” kuşağa şaşırtıcı gelebilir, ama bu topraklarda devlet-çete ilişkileri, görüldüğü gibi hiç de yeni değil. Uzun ve hemen kesintisiz bir tarihe dayanıyor. İfade ettiğim gibi, bu ilişkinin bir yanı “raison d’état”, yani devlet aklı. Devletin bir takım “yasadışı” işlerini tetikçilere ihale etmesi: Gayrımüslimlerin tasfiyesi, Alevîlerin sindirilmesi, sol yükselişin bastırılması, Kürt hareketinin imhası… 

Tabii bu, o kadar yalın değil… “Devlet aklı” ya da kendi deyişleriyle “devletin âlî menfaatleri” çoğunlukla mafyayla “iş tutan” bürokratların (özellikle de emniyet/istihbarat bürokrasisinin) ve siyasetçilerin başvurduğu bir kisve. Yoksa 90’lı yıllar, “bölücülüğe karşı savaş” adı altında mafya ile işbirliği içinde uyuşturucu ticaretinden nemalanan, bazıları karanlık işlere bulaşmış Kürt iş adamlarını tasfiye edip mallarına çöreklenen, iş adamlarına “hakkında PKK (sonradan FETÖ olacak) ile ilişkiden dosya var” deyip para sızdırarak dünyalığını doğrultan bir sürü “devletlû”yla tanıştırdı bizi.

Devlet-Mafya Sermaye Üçgeninden bir Tipoloji: Mehmet Ağar

Tipik örnek, Mehmet Ağar. 1980’lerden 2020’lere sarkan 40 yıllık karabasanımız. İşte kısa bir “biyografi”:

İlk sahneye çıkışı, Kenan Evren’in arşivinden çıkan bir mektuba göre kendini “Türkiye’de ilk defa resmi olarak Alevî-Kızılbaş soykırımını devlet adına başlatan benim. 1976 yılının ocak ayında Malatya Beylerderesi olayından sonra, Malatya il merkezindeki 40 bin Alevî Kızılbaşa kan kusturdum. Yavuz Selim’den sonra en büyük Alevî- Kızılbaş düşmanı benim, bunu ispat ettim ve ispat etmeye de devam edeceğim,” sözleriyle tanıtan 12 Eylül’ün Emniyet Genel Müdürü Refet Küçüktiryaki’nin İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne getirdiği çete işbirlikçisi Şükrü Balcı’nın yardımcısı olarak başladı kariyerine.[5] Fikri Sağlar’ın deyişiyle, “Şükrü Balcı’nın yetiştirmesi.”[6] 1984-1988 arasında Terör ve Asayişten sorumlu İstanbul Emniyet Müdür Yardımcısı konumundaydı… Eski Başbakanlık Müsteşarı Hasan Celal Güzel’in Meclis Susurluk Araştırma Komisyonu’na verdiği ifadeye göre[7] Özal ailesi ile kurduğu sıcak ilişkiler sayesinde yeri çok sağlamdı. Bakın dönemin başbakanı Turgut Özal’ın MİT’ten Mehmet Eymür ve Hiram Abas ekibine hazırlattığı raporda o dönemdeki “işleri” hakkında neler deniliyor:

“Esasen İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nün çeşitli irtibatları arasında aşırı sağcı unsurlar bulunmaktadır. Emniyet Müdür Yardımcısı Mehmet Ağar, Süleymancı Kemal Kaçar’ın koordinatörlük yaptığı şirketin sahipleri İbrahim Aslan ve Mahmut Şahin ile yakın temas hâlinde olup bu şahıslara gizli kalması icap eden soruşturma ve tahkikatlarla ilgili bilgi vermektedir. İbrahim Aslan’a ait Aslan Nakliyat, TIR taşımacılığı yapmakta 150 TIR’a sahip bulunmaktadır. İbrahim Arslan, Malatya Vali şoförlüğü sırasında uyuşturucu ve silah ticareti yapmıştır. Mahmut Şahin’e ait Şahlan Nakliyat, deniz ticareti ile iştigal etmektedir. Hira 1-2-3 gemileri bilinmektedir. Şahlan ve Aslan nakliyat firmalarının genel koordinatörü Süleymancı lider Kemal Kaçar’dır.”[8]

Ancak sadece şüphelilere bilgi sızdırma değil; rapor, Ağar’ı düpedüz emniyet ile yeraltı dünyası arasındaki ilişkileri koordine etmekle suçlamaktadır: “2/H ) Esasen, Ünal Erkan başkanlığındaki İstanbul Emniyet Müdürlüğü üst düzey kadrosu, İstanbul’daki yer altı dünyası ile yakın ilişki içindedir. Bu ilişkinin en büyük koordinatörü emekli cinayet masası şefi Ahmet Ateşli ve Mehmet Ağar’dır.”[9]

Daha da vahimi, rapor Ağar’ı “uyuşturucu ticaretiyle bağlantılı” olmakla suçlamaktadır: Ağustos 1985’de Milano’da yakalanan uyuşturucu tacirlerinin üzerinden çıkan telefon numaraları, Ağar’a aittir. Hemşerilerin işlediği cinayetleri örtbas etmek (Kebapçı “Set Kemal” olayı), “Fındık Kralı” Lokman Kondakçı’yı bir yeraltı grubuna dövdürüp ardından himayesine almak, hayali ihracatçı Turan Çevik’i tehdit ve baskıyla haraca bağlamak vb.[10] ise, cabası… 

Tabii bütün bu ilişkiler, Ağar’a hiç de yabana atılmayacak bir “dünyalık” sağlayacaktır: “Mehmet Ağar, Nihat Camadan, İsmail Taşkafa, Ziver Öktem ve Necati Altuntaş’ın gayrimeşru paraları Mehmet Ağar’ın dayısı Yılmaz Akçadağ ve ortağı Ekrem Gocay’a verilmekte, bu şahıslar da paraları büyük işadamlarına vererek faiz almaktadırlar. (…) Mehmet Ağar’a ait 18 adet ev ve arsa tapusu, dayısı Yılmaz Akçadağ’ın boşanmış olan eşi Şükran Akçadağ’ın üzerindedir. Dayısının eski eşi bu tapuların üzerinde gözükmesinden rahatsızdır,” deniliyor raporda.[11]

Eymür-Abas imzalı MİT Raporu’nda adı benzeri suçlamalarla 33 kez zikredilen[12] Mehmet Ağar’a, rapor kamuoyuna yansıdığında (1987) ne olmuştur, dersiniz? Mehmet Eymür ve Hiram Abas tasfiye edilirken, Ağar terfi ettirilmiştir! Yanlış okumadınız; Mehmet Ağar 1988’de Ankara Emniyet Müdürlüğü’ne, 1990’da İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne, 1992’de Erzurum Valiliği’ne, 1993 Temmuz ayında Emniyet Genel Müdürlüğü’ne atandı. 1995 seçimlerinde DYP’den Elazığ milletvekili, 1996’da kısa ömürlü ANAP-DYP koalisyonunun Adalet Bakanı, hemen ardından kurulan Refahyol hükümetinin ise İçişleri Bakanıydı! 

Tabii konum ilerledikçe, “karanlık” işlerin çapı da genişledi. Daha Susurluk patlak vermeden önce, uyuşturucu kaçakçısı Hüseyin Baybaşin, Hollanda’da bulunduğu cezaevinden Kürt gazetecilere, tahliyesinden sonra ise MED TV’ye “Mehmet Ağar ile ortak olduklarını, birlikte uyuşturucu ticareti yaptıklarını yer, zaman ve tarih vererek anlatıyordu. Baybaşin’in anlattığına göre Akdeniz’de batırılan Kısmetim-1 gemisi Ağar ve ortaklarına aitti. Yine 14 ton eroinle yakalanan Lucy S gemisi de Ağar ve ortaklarına aitti. Hüseyin Baybaşin bu iki geminin ABD’nin bastırması sonucu yakalandığını ve Lucy S’teki uyuşturucunun ortakları arasından dönemin Başbakanlarından Tansu Çiller ve Mehmet Ağar’ın da olduğunu anlatıyor. Baybaşin bu olaydan sonra Kürt iş insanlarına dair bir ölüm listesinin olduğunu ve bu listede kendi isminin olduğunu öğrendiği için yurtdışına çıktığını anlatıyordu. Baybaşin’in bu anlattıkları daha sonra Türkiye’de açılan dava dosyalarına giriyordu. Baybaşin, Lucy S adlı gemide bulunan 14 ton uyuşturucunun Mehmet Ağar, Necdet Menzir, Cavit Çağlar ve M. Ali Yılmaz tarafından tekrar piyasaya sürüldüğünü anlatıyor ve dava dosyasına giriyordu.”[13] “Mehmet Ağar eroini gemilerle kaçırıyor” manşeti, Aydınlık dergisinin kapağına düşmüştü!

Bitmedi: Meclis Susurluk Araştırma Komisyonu üyesi Fikri Sağlar, o dönemde KKTC’de kurulan First Merchant Bank’in ortaklarının Mehmet Ağar’ın şoförü, öldürülen “ülkücü” MİT görevlisi Tarık Ümit ve bir Suudi prens olduğunu, bu bankanın, Vatikan’ın kara parasını akladığını söyleyecekti.[14]

Uyuşturucu trafiğini yönetmek, kara para aklamak gibi faaliyetlerden artakalan zamanlarındaysa, “Terörle mücadele” kisvesi altında, devlet cinayetlerini örgütlüyor, devletin koruyucu kanatları altında uyuşturucu ticareti ve diğer karanlık işlerle iyice palazlanmış ve “mafya”laşmış faşistlerle bir yandan ballı işler çevirirken bir yandan da onları Kürt hareketi ve ASALA üzerine salıyordu. Emniyet Genel Müdürü olduğu sırada dönemin başbakanı Tansu Çiller’i, polis teşkilâtı içerisinde bir “özel harekât birimi” kurulmasına o ikna etti. Ve Kürt kasabı “Yeşil” kod adlı Kürt kasabı Mahmut Yıldırım’dan, 80’ler öncesinin namlı faşisti Abdullah Çatlı’ya bir sürü “ipten kazıktan kurtulmuş”u bu birimde istihdam etti, onlara yeşil pasaport sağladı… “1000 operasyon” kapsamında infaz ettiği Kürt iş insanlarını (bu liste “PKK’ye yardım ediyorlar” ibaresiyle dönemin başbakanı Tansu Çiller tarafından MGK’ya sunulup kabul edilmişti[15]) aslında politik kariyeri uğruna, “adını temizlemek için” öldürttüğünü ise Sedat Peker’in videolarından öğrenecektik…

“Susurluk kazası”nın uyandırdığı toplumsal tepkiler, Ağar’ın talihini döndürür gibi oldu. Ama sadece “gibi oldu”… “İstanbul DGM Başsavcılığı Ağar hakkında, Sedat Edip Bucak ile birlikte ‘cürüm işlemek için çete kurmak’ hakkında yakalama ve tevkif müzakeresi bulunan kişileri yetkili mercilere haber vermemek ve görevi kötüye kullanmak’ iddiasıyla 6 yıldan 12 yıla kadar ağır hapis cezasıyla dava açtı. 11 Aralık 1997’de dokunulmazlığı kaldırılan Mehmet Ağar, 10 Ocak 1998’de DGM’de üç saat süreyle sanık sıfatıyla ifade verdi. Ağar ifadesinde, kayıp silahlar konusunun devlet sırrı olduğunu ileri sürdü ve olayların meydana geldiği tarihte bakanlık görevini sürdürdüğünü ve bu nedenle de Yüce Divan tarafından yargılanabileceğini söyledi. DGM önce ‘görevsizlik’ ve 9 Temmuz tarihinde Yargıtay 8. Ceza Dairesi’nin bozma kararından sonra da ‘yargılanmanın durdurulması’ kararlarını aldı.”[16]

Üzerindeki suçlamalar, siyasete ilgisini sürdürmesine engel değildi. 1999 seçimlerinde Elazığ’dan bağımsız milletvekili çıktı, 15 Haziran 2000 tarihinde ise Meclis Soruşturma Komisyonu tarafından “aklandı”. Bu “aklanma” politikada eli büyütmesinin önünü açacaktı: 2002 ve 2005 tarihindeki DYP kongrelerinde, partinin başkanı seçti… 2007 seçimlerinde partisinin baraj altında kalmasıyla dokunulmazlık zırhından yoksun kalınca, 2008’de yeniden yargılanmaya başlayacak, ancak mahkeme görevsizlik kararı verecekti. Davanın gönderildiği Ankara Özel Yetkili 11. Ağır Ceza Mahkemesi ise, 15 Eylül 2011 günü Mehmet Ağar’ın “suç örgütü yöneticisi” olduğunu karara bağlayarak beş yıl hapse mahkûm edecekti. Epi topu bir yıl, kendisi için boşaltılan Aydın/Yenipazar cezaevinde “konuk edildik”ten sonra, denetimli serbestlikten yararlanarak tahliye edildi. Yenipazar’ın bu kısa konukluktan kârı, Mehmet Ağar ziyaretçileri için yapılan helikopter pisti ile, Ağar’ın konukluğu sırasında ziyaretine gelen “ünlüler”i yakından görme olanağı olmuştu. Kimler yoktu ki bu ziyaretçiler arasında: Futbol camiasından Adnan Polat, Haluk Ulusoy, Aziz Yıldırım, Ali Dürüst, Fatih Terim, Yılmaz Vural, Arda Turan, Ersun Yanal, iş dünyasından Yıldırım Demirören, Abdürrahim Albayrak, Mustafa Koç, Abidin Serdar Cümbüş, Yüksel Çağlar, Modacı Serdar Candar,[17] hatta TOBB başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu ile İTO başkanı Murat Yalçıntaş…[18]

Evet, bir emniyet görevlisi ya da bir siyasetçiden çok bir “çete başı” olarak davranan, özel harekâtçı polis memuru Ayhan Çarkın’ın hakkında “: “Bu işin asıl sorumluları İbrahim Şahin ve Mehmet Ağar’dır. Şahin bize isim ve adres veriyordu, biz de gidip öldürüyorduk. Kaç tane cinayet işlediğimi hatırlamıyorum bile. Bin kişiyi öldürmüşümdür. Bazen arkadaşlarım sıkıyordu bazen ben. Ama İbrahim Şahin bize vatan görevi diyordu, yapıyorduk,” şeklinde ifade verdiği[19]Mehmet Ağar, “işleri”nin çoğunu AKP’den milletvekili seçtirdiği oğlu Tolga Ağır’a devretmiş olsa da, belli ki köşesine çekilmiş değil. Eski yol arkadaşlarıyla birlikte onun bunun marinasına “çöküp” karanlık trafikleri organize etmeyi sürdürüyor. Tabii yine “devletin âlî menfaatleri” adına…

* * *

Bu parantez belki biraz uzadı; ama Mehmet Ağar “kapitalizm, devlet ve suç”un kesişim hâlinin tipik bir örneği. Kuşkusuz “tek” değil, bir sürü Mehmet Ağar, devlet kalkanı ardında çetelerle içli-dışlı kirli işlerini sürdürüyor. Neticede, ortada bir “sermaye birikimi/el değiştirmesi” süreci var.

Bu saptama ise bizi, devlet(ler) ile çete(ler)/mafya(lar)ın neden içiçe olmak “zorunda” olduklarına dair, ikinci nedene getiriyor:

2. Kapitalizmin gerekleri

Arndt Schneider ile Oscar Zarate’nin Mafya üzerine çalışmalarında bir deyişi vardır: “Mafya yasadışı kapitalizm, kapitalizm ise yasal mafyadır.” Bu ikisi günümüzde artık iyiden iyiye iç içe geçmiş durumda: yeryüzünde uyuşturucunun girmediği ve bürokratların, politikacıların bundan nemalanmadığı bir ülke var mı? Kara paranın bulaşmadığı bir ekonomi? Ürettiği silahları el altından “yasadışı” diye damgaladığı örgütlere pazarlamayan bir devlet? Kara para aklamayan bir bankacılık sistemi? İsviçreli sosyolog Jean Ziegler ‘İsviçre Daha Beyaz Yıkar’ başlıklı kitabında İsviçre bankacılık sisteminin kara para aklama operasyonlarını teşhir etmiyor muydu? Taşeron firmalar büyük şirketlere boğaz tokluğuna çalışacak kaçak göçmen işçiler sağlamıyor mu? 1980’li yıllarda, reel sosyalist sistemin dağılmasıyla birlikte atağa kalkan (neoliberal) kapitalizm, kendi “meşruluk” sınırlarını yerle bir edip, sınırsız bir doğa, emek ve kamusallık talanına girişmedi mi? Çokuluslu Şirketlerin Güney ülkelerinde giriştiği sınır tanımaz emek sömürüsü, savaşın “özelleştirilmesi”, “Teröre karşı mücadele” kisvesi altında Afganistan’ın, Irak’ın, Libya’nın ve şimdi de Suriye’nin kaynaklarının yağmalanması, kutuplardan Amazon ormanlarına, okyanuslardan topraklara, tüm doğanın zehirlenmesi, türlerin katledilmesi, milyonların açlığa, çevresel risklere, önlenebilir hastalıklara mahkûm kılınması, “yasal” ile “yasadışı” arasındaki sınırları bir farsa dönüştürmedi mi? Fransa’da patronların militan işçilerin üzerine “tetikçiler” saldığına dair haberler medyada yer almıyor mu?[20]

“Ekonomik birikim olanaklarının tıkandığı, krizin baş gösterdiği koşullarda, yönetenler henüz paraya, ranta açılmamış ne varsa bunu paraya tahvil etmek ister. İbn-i Haldun’un tarihsel yöntemiyle yorumlarsak, dışarıdan kaynak akışının iyi olduğu, ganimet elde etme ve paylaşma üzerine inşa edilmiş düzen böyle dönemlerde iyice sarsılır; sarsıldıkça da yönetenler içeride vergiye yüklenmeye başlar. Ekonomi dışı zorlama gücü bu koşullarda merkezileşir. Kamusal, dayanışmacı modeller tasfiye edilir. Bu süreç, Karl Marx’ın ‘ilksel birikim’, Samir Amin’in ‘haraççı’ dediği modeli andırır. Zorla el koyma süreci, emeğiyle geçinen yoksulların ortak tarlasına, yaylasına, suyuna, kamu hizmetine saldırma, karşı koyulamaz vergi yükleriyle yurttaşın belini bükme eğilimini pekiştirir,” diyor Deniz Yıldırım.[21]

“Zoralım”, haraç, ya da bugünün moda deyişiyle “çökme” kapitalist sermaye birikiminin olmazsa olmazıdır; korsanların Amerika kıtasından yağmaladığı altın ve diğer değerli madenler olmasaydı, Avrupa kıtasında kapitalizm mümkün olmazdı. Rusya ve diğer sosyalist blok ülkelerinde kapitalizme dönüş sürecinde ilk kapitalistlerin “çökme” işlemini en kolay gerçekleştirebilecek kesimler, parti bürokrasisi ile mafya(lar)dan zuhur etmesi şaşırtıcı değildir. İki antropolog, Jane ve Peter Schneider 1960’lardan 90’lara saha çalışması yürüttükleri Sicilya’da kapitalizmin gelişiminde mafyanın oynadığı rolü çarpıcı bir anlatımla gözler önüne sererler.[22]

Bu coğrafyada mafyatik faaliyetlerin en çok yoğunlaştığı ve “yasal” ile “yasadışı” arasındaki sınırların iyice bulanıklaştığı 80-90’lı yıllar, aynı zamanda kapitalist sınıfa yeni kesimlerin eklemlendiği, sermayenin geleneksel yapısının sarsıldığı, sermayenin hızla el değiştirdiği, bir “Özal burjuvazisi”nin boy verdiği, “alaturka” kapitalizmin küresel atılımlara girdiği, Uğur Mumcu’nun deyişiyle “Rolex saatli, bond çantalı” ray-ban gözlüklü, sert suratlı mafyatik “iş adamları”nın Myanmar’dan Ekvator’a, Madagaskar’dan Ukrayna’ya ticari serüvenlere giriştiği yıllardı. 

Mustafa Sönmez, 2004 yılında “Türkiye’de yeraltı ekonomisinin büyüklüğünün milli gelirin yüzde 25-30’u dolayında” olduğunu belirtip, bunun “yapay genişleme yaratarak ekonomide krizi geciktirici” bir etki yaratmak, yoksul bölgelerde yarattığı “istihdam”la (ayakçılık, tetikçilik, torbacılık vb.) ekonomi üzerindeki istihdam talebi baskısını hafifletmek gibi işlevlerinden söz ederek ekliyor:

“Kapitalizm var oldukça, mafya da var olacaktır. Kâr ve sermaye birikimi, kapitalistler arasında rekabeti, rekabet ise gerektiğinde gayrimeşru silahları kullanmayı gerektirir. Bunu bazen bizzat kapitalistler talep eder, bazen de mafya kapitalistleri baştan çıkarır, kendisine müşteri olarak kapitalistleri, işbirlikçi olarak siyasetçileri ve bürokratları bulur.

Zaten mafya, bizzat ulaştığı etkinlik ve sermaye birikimi gücü ile kendisi bizatihi bir kapitalist fraksiyon durumundadır. İştigal ettiği alandaki işlerini, olabildiği ölçüde meşru, olmadığı yerde gayrimeşru yollarla icra etmeye devam etmekte, hatta küresel boyutta faaliyet göstermektedir. Artan küreselleşme, mafya sermayesinin de uluslararasılaşmasını getirmiş, özellikle “duvarın yıkılması”nın ardından, yeni rant alanları ve işbirliği imkânları ortaya çıkmış, bu da küresel mafya sermayesine yeni sinerji imkânları doğurmuştur. Marka taklitleri, kara para operasyonları, insan kaçakçılığı, nükleer madde kaçakçılığı, teknoloji hırsızlıkları, değişen dünya koşullarında mafyaya açılan yen rant alanlarından sadece birkaçı…” Böylelikle, bir BM araştırmasına göre, sadece küresel bağlamda icra edilen uyuşturucunun ekonomik portresi 300 milyar doları buluyor ve bu, 207 BM üyesi ülkenin dörtte üçünün yıllık milli gelirinden daha büyük bir rakam…[23]

Mafya-sermaye ilişkilerinin kapitalist sermaye birikim rejiminde baş gösteren kriz evrelerinde ve faz değişikliklerinde yoğunlaştığı biliniyor. Çünkü bu çalkantılar, sermayenin el değiştirmesi ve yeni kesimlerin kapitalist sınıfa eklemlenmesine vesile olmakta; bu ise, tahmin edilebileceği üzere yeni ve gözüpek bir kesimin pastadaki payını büyütme yolunda “kural tanımaz” operasyonlarını gerektiriyor: Kapitalizmde “yasal” ile “yasadışı” arasındaki sınırların geçirgenleştiği, mafyatik tasarruflar için uygun bir zemin.

Türkiye bu konuda verimli bir alan… Peynirin kurtlarını ayıklayarak satan bir bakkalın birkaç yıl içerisinde holding patronuna dönüşebildiği zemin, bugün de çaycılar, büfeciler, otopark işletmecileri, ayakçılar, devlet memurları, taşeronlar için zengin olanaklar sunuyor. Böylece ‘Forbes Dergisi’nin Türkiye sayfalarındaki simalar hem sürekli değişiyor, hem de sayıları arttıkça artıyor.

Ülke bu konuda mafyanın inkâr edilmez katkılarını birkaç haftadır Sedat Peker’in videolarından izliyor: Doğan Holding’in tüm medya organlarını Aydın Doğan’a birkaç ipten-kazıktan kurtulma serseri gönderip gözünü korkutarak Demirören’e, üstelik de Ziraat Bankası’na geri ödemediği kredilerle ucuza kapattıran; “her türlü” ticarete uygun marinaları sahibini “hakkında FETÖ (ya da PKK vb.) dosyası var diye korkutup devralan, beş yıldızlı otellere çöken, belediye ihalelerinde kamu kaynaklarından milyarlar devşiren, kamu arazilerini yağmalayan bir düzen…

Bu coğrafyada AKP siyasal İslamcı bir kadronun siyasal iktidarı tekeline alma girişimine denk düşüyor. Ve de kültürel alanı istila arzusuna… Ama aynı zamanda yeni bir sermayedar sınıfın ekonomik alanda başat hâle getirilmesi girişimine… Siyasal iktidar bunu tek kişinin elinde temerküz eden güç sayesinde yapıyor: kamu arazileri, kıyılar, ormanlık alanlar tek imzayla şaibeli vakıflara devrediliyor, örneğin. Şirketler, bankalar “FETÖ’cülük, teröre destek” vb. suçlamalarla BDDK, Varlık Fonu gibi havuzlara devredilip yandaş sermaye gruplarına aktarılıyor, kamu ihalelerinde yandaş şirketler kollanıyor, yandaş sermayeye kamu bankalarından ballı krediler verilirken, geri ödemelerin peşine düşülmüyor, vergi afları, borçların silinmesi vb. teşvikler de cabası… Bu “kuralsız” (ya da kapitalizmin kendi kurallarını berhava eden) hâli ise mafyatik girişimler için münbit bir zemin oluşturuyor…

Tüm kaynakları yağmalayan, toplumu zehirleyen bu gidişata “dur” demek için devlet ile ilişkileri bozulmuş bir mafya reisinin[24] “atarları”na bel bağlamak, doğru mu? Ya da Susurluk kazasında açığa çıkan pisliklerin ardından sokaklara dökülen, tencere-tava çalan, ışıkları kapatıp açan toplumsal tepkinin yerini Pazar sabahları heyecan verici bir dizi izler gibi çekirdek çitleyerek Sedat Peker videolarını izlemek, ardından sosyal medyada bir miktar “geyik” yapıp “Vay canına, neler oluyormuş” kıvamında bir edilginliğe bırakmış olması nasıl açıklanır? Muhalefetin “biraz sabredin, sandıkta her şey değişecek” ninnilerine umut bağlamak bizi sürüklenmekte olduğumuz ekonomik, siyasal ve toplumsal yıkımdan kurtarabilir mi?

“Bizi tüm kurtaracak olan, kendi kollarımızdır,” der dünyanın en güzel ezgisi… Dehşet ile talanın içiçe geçtiği bu çürümüşlükten çıkmanın tek yolu, emekleri, çevreleri, yaşamları yağmalanan, sırtlarından milyarlar kazanılan ve vurgun düzeni sürebilsin diye terörize edilen[25] emekçilerin seyirciliği bırakıp sahaya inmesidir…

9 Haziran 2021 10:44:40, İstanbul.

N O T L A R

[*] Kaldıraç Dergisi, No:240, Temmuz 2021…

[1] “Düzen ‘çete’yi hem doğurur hem inkâr eder. Ama kriz dönemlerinde kuralsız – ‘gayri nizami’- savaş yöntemlerine başvurma ihtiyacıyla devlet düzenli birliklerin yanı sıra kendisi ‘çete’ oluşturmak üzere ‘suç örgütleri’ni istihdama girişir. Kriz süreklileştikçe, rejimin kendisi bir ‘suç örgütü’ne dönüşür; ‘gayri nizami’ olan nizamileşir, Zaptiye Nazırı ile ‘çeteci’ aynı hamurdan olur; devletin başı, ‘çete’nin başına geçer. Dolayısıyla, eleştirel düşünüşün bugün ‘çete’ diye adlandırılan ilişkiyi gerçekte neyse öyle anlatması ve adlandırması; meselenin ‘çete’den değil, ‘çete’nin meseleden doğduğunu; meselenin devlet ve siyaset meselesi olduğunu sistematik olarak ortaya koyması elzemdir,” diyor Ertuğrul Kürkçü. (“Ertuğrul Kürkçü, ‘Çete’ derken?!”, Yeni Yaşam 3 Haziran 2021.)

[2] Miyase İlknur-Zehra Özdilek-Tuğba Özer, “Hep Beraber Yürüdüler”, Cumhuriyet, 24 Mayıs 2021, s.8.

[3] https://www.evrensel.net/haber/434433/gazeteci-deniz-yucel-suleyman-soylunun-iddialarina-dair-belge-yayimladi

[4] Eski İstanbul Organize Suçlarla Mücadele Şube Müdürü Adil Serdar Saçan, Mafya’nın hangi andan itibaren “mafya” olarak anılması gerektiğini veciz bir dille belirtiyor: “Mafya siyasetçi ile içiçe olmazsa mafya olmaz, sokakta serseri olur.” (Sefa Uyar, “AKP’nin Siyasi Çekişmesi”, Cumhuriyet, 6 Haziran 2021, s. 4)

[5] Miyase İlknur-Zehra Özdilek-Tuğba Özer, “Hep Beraber Yürüdüler”, Cumhuriyet, 24 Mayıs 2021, s.8.

[6] İpek Özbey, “Fikri Sağlar: Susurluk’tan Daha Ciddi”, Cumhuriyet, 17 Mayıs 2021, s.7.

[7] Hikmet Çiçek, “Son Buluşmada Neler Oldu?” Oda TV, 07.06.2021. https://odatv4.com/son-bulusmada-neler-oldu-07062147.html

[8] Miyase İlknur-Zehra Özdilek-Tuğba Özer, “Taşları Yerinden Oynatan MİT Raporu”, Cumhuriyet, 28 Mayıs 2021, s.6.

[9] Talha Özmen, “Gözlüğün Arkasındaki Mehmet Ağar’ı Tanıyor musunuz?” Oda TV, 28.05.2021, https://odatv4.com/gozlugun-arkasindaki-mehmet-agari-taniyor-musunuz-28052151.html

[10] Miyase İlknur-Zehra Özdilek-Tuğba Özer, “Taşları Yerinden Oynatan MİT Raporu”, Cumhuriyet, 28 Mayıs 2021, s.6.

[11] a.y.

[12] Bkz. “T.C. Başbakanlık MİT Müsteşarlığı’nın Banker Bako Raporu”, http://www.adaletplatformu.com/ FileUpload/ ds73862/File/mit_is_bankasi_raporu.pdf

[13] Hüseyin K. Akçadağ, “Kirli Savaşın Kirli Ticareti”, Yeni Yaşam, 23 Mayıs 2021, s.8-9.

[14] “Susurluk Komisyonu Üyesi Fikri Sağlar Genç TV’de Detayları Anlattı”, Genç TV, 24.05.2021, https://www.kibrisgenctv.com/kibris/susurluk-komisyonu-uyesi-fikri-saglar-genc-tv-de-detaylari-anlatti-h85738.html

[15] Hüseyin K. Akçadağ, “Kirli Savaşın Kirli Ticareti”, Yeni Yaşam, 23 Mayıs 2021, s.8-9.

[16] a.y.

[17] “Ağar Yenipazar Cezaevine Prestij Kattı”, Aydın-Yeni Ufuk Gazetesi, 08.05.2015. https://www.aydinyeniufuk.com.tr/agar-yenipazar-cezaevine-prestij-katti-61662-haberi

[18] Mahmut Övür, “Yenipazar’ın Sürpriz Konukları”, Sabah, 19 Şubat 2013, https://www.sabah.com.tr/yazarlar/ovur/2013/02/19/yenipazarin-surpriz-konuklari.

[19] Miyase İlknur-Zehra Özdilek-Tuğba Özer, “Türkiye Karanlıktan Aydınlığa Çıkamadı”, Cumhuriyet, 1 Haziran 2021, s.8.

[20] “Fransa’da Patronlar Sendika Temsilcisi İşçiler İçin Tetikçi Kiralıyor”, Umut-Sen, 10 Haziran 2021… http://umutsen.org/index.php/ceviri-fransada-patronlar-sendika-temsilcisi-isciler-icin-tetikci-kiraliyor/

[21] Deniz Yıldırım, “Yönetme Krizlerinde Mafya”, Cumhuriyet, 19 Mayıs 2021, s.4.

[22] Jane Schneider ve Peter Schneider, “The Mafia and Capitalism: An Emerging Paradigm”, Sociologica, 2/2011. 

[23] Mustafa Sönmez, “Kapitalizm varsa, mafya da olacaktır”, NTVMSNBC, 15 Ekim 2004, http://arsiv.ntv.com.tr/news/291477.asp#BODY

[24] Sedat Peker’in “serencamı” için bkz. Mahmut Hamsici, “Sedat Peker: YouTube’da Eski Müttefiklerine Savaş Açan Organize Suç Örgütü Lideri”, BBC Türkçe, 04.06.2021, https://www.bbc.com/turkce/haberler-turkiye-57350833?at_custom1=%5Bpost+type%5D&at_custom3=BBC+Turkce&at_custom2=twitter&at _campaign=64&at_medium=custom7&at_custom4=BB85EAC2-C572-11EB-8665-80180EDC252D

[25] Sedat Peker “kan banyosu”na değgin sözlerini şöyle “tavzih ediyor”: “Kanla ilgili söylemiş olduğum olayların hepsi söylendiği dönemde hükümetin lehinedir. Çünkü o zaman korku iklimi oluşturmak lazımdı.” (https://twitter.com/sedat_peker/status/1396904832443822091?s=20)6

Exit mobile version