1996 yılında yedi devrimci örgütün başlatmış olduğu devrimci cüret ve kararlılık, faşist diktatörlüğün hapishanelerde devreye koymak istediği tecrit ve izolasyon programını parçaladı.
Devrimci hareketlerin tarihine altın harflerle yazılan bu kazanım, devrimci direnç ve iradenin nelere kâdir olduğunu bir kez daha gözler önüne serdi. Doktorların bile şaşırıp kaldığı, açlığa yatan bedenlerin gosterdiği irade karşısında “tıbbi olarak bilgimiz yok” dediği bu görkemli direniş, her türlü onurlandırmayı fazlasıyla hak etmiştir. Proletarya partisi “ZAFERE MAHKUM EDİLENLER ÖLÜMÜ KÜÇÜLTEREK YENERLER,” şiarıyla girdiği bu devrimci muharebede edindiği kazanımları daha sonra bu şiarı kitaplaştırarak kamuoyuyla paylaştı. Direnişe katılan Ölüm Orucu savaşçıları olarak değerlendirme ve duygularımızı belirttiğimiz bu kitap, aynı zamanda kolektif bir bellektir de. Bu kolektif belleği onurla sizlere ithaf ediyoruz.
Bu direnişe birinci ekipte TKP(ML) 36 kadro ve üyesiyle katıldı. Evet evet yanlış duymadınız, normalde “kadroların korunması” esprisiyle kadrolar geri durur, uygun görülen gönüllü savaşçılar devreye girer. Ne var ki bizde böyle olmadı tüm hapishanelerdeki yönetici, kadro ve parti üyeleri birinci ekipte gönüllü yer aldılar. İkinci ekipte ise parti aday üyeleri, ileri sempatizanlar yer aldı. Ve adeta yoldaşlarımız savaş siperlerinde yer almak için birbirileriyle yarıştılar. Çünkü devrimci bir coşku vardı. Proletarya partisinden ve genel MLM tezlerden kopan hareketin üyleri bugün milletvekili olmak için birbiriyle yarışıyorlar ya, görüyorsunuz değil mi? Komünist bir hareket adım adım yozlaştırıldı. TC’nin ahırında “şerefi” üzerine bir devrimci asla o soykırımcı yemini yapmaz/yapamaz. Bunu meşru görmüyoruz. Konuya dönersek, Ölüm Orucuna inanılmaz bir başvuru vardı; en ufak bir tereddüt yoktu, çünkü kazanacağımızı biliyorduk. Birinci Ölüm Orucu ekibinde yer almak isteyen yoldaşlarla yapılan Ölüm Orucu töreninde, şu konuşma yapılmıştı:
“Önce biz bu siperlerde direniş bayrağını dalgalandıracağız. Bizim düştüğümüz yerde sizler bu bayrağı devralacaksınız…”
Bedenini ölüme yatıran Ölüm Orucu savaşçısı yoldaşımızın yaptığı bu konuşmanın, nasıl etki yarattığını varın sizler hesaplayın. Konuşma bittiği zaman yüzlerce devrimci tutsağın gözlerindeki çelikten daha parlak ışıltı ve betonu delen sloganlar hiçbir film sahnesinin beyaz perdeye şimdiye kadar yansıtamadığı bir ihtişamla doğmuştu. İşte devrimci coşku, direniş ve davaya adanmışlık tam da buradan kaynağını alıyor. Kadroların korunması üzerine uzun zamandır süregelen tartışmalar, bugün daha farklı bir anlam kazanıyor. Parti kadrolarının savaşın en kor alanlarında yer almaları ve bu kavganın içinde korunması gerektiği üzerine biçimlenen anlayışın ne kadar önemli olduğu bir kez daha anlam kazanıyor. Cephe gerisinde “korunan” kadroların nasıl yozlaştığını ve süreç içinde varlıklarıyla devrimci mücadele önünde engel teşkil ettiklerini ve hatta zavallılaştıklarını bugün fazlasıyla daha net gördük.
Abimael GUZMAN (Başkan GONZALO), Peru zindanındaki yoldaşlarına seslenirken, “Savaş esiri olduklarında asla dize gelmediler, tersine savaşmada, seferber etmede sebat ettiler ve zorlu çarpışmalarla eskimiş ve çürümüş Peru devletinin köhne zindanlarını savaşın parıldayan siperlerine dönüştürdüler…” bu cümleleri kuruyordu.
27 yıl önce bugün Türk devletinin köhnemiş zindanlarını yoldaşlarımız ve siper yoldaşlarımız “parıldayan savaş siperlerine” çevirdiler. Ak saçlı annelerimizin emeğiyle, ezilen geniş halk kitlelerin desteğiyle bu muharebe kazanıldı. Faşist dikta, tutsakların taleplerini kabul ederek devrimci irade karşısında resmen diz çöktü. Ölüm çöpe atılarak düşman ininde rezil rüsva edildi. Bu bayrağı ilk göğüsleyen partimizin Ümraniye’deki üyesi Aygün Uğur’un, “bizdeki bu yoldaşlık sıcaklığı olduğu sürece başaramayacağımız hiçbir şey yoktur,” cümlesi, bugün daha fazla önem arz etmektedir.
Ne var ki tasfiyeci revizyonistler, “yoldaş” olma adına diri olan ne varsa hepsini katletti. Evet evet hepsini katletti. Uzun yürüyüşçülerin en sağ kanadıyla, İbocu dönüşüm denilen siyasal köhnemişliğin kümelendiği bu sağcı, tasfiyeci ve gerici konsensüs, parti ve bu partinin kitlesinden adeta intikam alıyor. Diri olan herkese ve her şeye saldırıyorlar. Bunu yedire yedire yaptılar. Hepimiz bu suça susarak ya da yeteri kadar itiraz etmeyerek ortak olduk. Bizlerin de günahı ve vebali çok ağırdır. Dava tutsakları ve ülkede neredeyse bir elin parmağını geçmeyecek yoldaşlarımızın bu tasfiyeciliğe itirazı olmasaydı, bunlara karşı oluşturulacak anti-tasfiyeci dalga daha da gecikecekti. Bugün parti kitlesi ciddi anlamda küsmüş olmasına rağmen gelişmeleri sessizlikle fakat dikkatli bir şekilde izlemektedir.
Geçen ay Devrimci Demokrasi’nin yaptığı bir etkinliğe atfen, “Kim daha iyi Kaypakkayacı, kim daha kötü Kaypakkayacı” başlıklı iki yaz-bozu andıran son derece lakayt, cahilane, saçma sapan, iğrenç ötesi, hiçbir devrimci norma uymayacak kusmuk bir yazı tasfiyeci oportünist-revizyonistler tarafından yayımlandı. Adeta şanlı bir mücadele geçmişi olan, ağır bedel ve devasa bir emek harcanarak bugüne gelinen siyasal geleneğimizle alay ediliyor. Bizler küçümseniyoruz ve alaycı bir dil kullanılıyor. Dillerinden hiç düşürmedikleri o sahte “birlik” söylemlerini siyasi soslara bandırarak lakaytlıkla kullanıyorlar. Sen kalk en büyük bölücülüğü ve yıkıcılığı yap, sonra da komünistler arasında ilkeli bir muhtevayı teşkil eden birliği rastgele ağzına al. Burada kullanılan birlik sözcüğünü de sırf etkisizleştirmek için kullanıyorlar. Bir de bu partinin kan ve canla yarattığı değerlere sırtını yaslayarak, kendilerine “ana-baba akım” deyip böbürleniyorlar. Yemezler!
Siz bu partinin hafızasını hiç mi hiç tanımamışsınız. Ana akım baba akım nasıl olurmuş göreceksiniz! Siz köpeksiz köyde değneksiz geziyorsunuz, bunu biliyoruz, fakat evdeki hesap çarşıya uymayacaktır!Bu parti buna benzer krizler ve çalkantıları daha önce de yaşadı, ama güçlenerek çıktı bu krizlerden. Hiç kimsenin vermediği tahribatı verdiniz, bunun farkındayız. İşimiz çok ama çok zor, bunu da biliyoruz, fakat başaracağız. Devrimci ne kadar kurumsal yapı vardıysa devlet sınırlarının içindeki icazete yedeklediniz. Kaypakkayı temsil ediyoruz diyerek, HDP kapısında el pençe divan durarak bir milletvekilini dilenir duruma geldiniz. Sizi kopya eden ve sizlere özenenlerle yapacağınız bir birliktelik ölü doğum olacaktır. Bu utanç verici dilenme, sonuç vermeyince en ufak bir açıklama ya da özeleştiri yapma gereği bile duymadınız. Cengiz Çandar’ın “dolgu malzemesi”ne bile tek bir itirazınız olmadı. Ama karşınızda güç yetireceğiniz birileri olsaydı, bildiri üzerine bildiri yayınlardınız.
Geçmişte yazılama yapıldığı ihbarı gelince, devletin kolluk kuvvetleri “TİKKO’cularsa yanaşmayınız,” diye talimatla uyarılırdı, ya da yanaşan olursa da çatışmayı göze alarak yanaşırdı. Ne var ki bugün seçimler nezdinde de görüldüğü gibi iki dilenci kanatla adeta alay ediliyor. Bir siyasal geleneğin itibarıyla oynanılıyor ve parti kitlesinin onuru kırılıyor. Bu moral bozukluğuyla ümidi kırılan kitleler başka yerlerde arayışa giriyorlar. Bu bilinçli bir politika ve çok ince bir şekilde işleniliyor. Bugüne kadar mücadelenin verdiği saygınlıkla o kapılarda “değeriniz” vardı, kimse o “değeri” artık sizlere vermeyecektir, çünkü artık biz varız. Ve hiçbir kimse de gelip bize “değer” biçmeyecektir. Buna izin vermeyeceğiz!
Evet biz iyi bir Kaypakkayacı değiliz, bu bizim itirafımızdır; bizler iyi Kaypakkayacı değiliz, fakat sizlerin Kaypakkaya’yla hiçbir ilginiz yoktur. Eğer iyi bir Kaypakkayacı olsaydık dedikoducu-tasfiyeciler olarak kalkıp bizlerle alay etme cüretini göstermezdiniz. Sizin iğrenç politikalarınıza itiraz eden her yoldaşımızı özel savaşın metotlarıyla itibarsızlaştırmaya çalışmazdınız. Halk saflarında olan dost kesimlere ve yoldaşlarımıza çok keskin ve “radikal” şekilde parmak sallamazdınız. Düşmanına yumuşak, yoldaşına karşı hırçın olma siyaseti, bir düşman siyasetidir, bunu çok iyi biliyoruz. Bunun tarihimizde kanıtlanmış ve kayıt altına alınmış onlarca örneği vardır, onun için bu numaralarınız bize sökmez.
SÜLEYMAN CİHAN YOLDAŞ ÖLÜMSÜZDÜR
Bu satırları kaleme aldığım gün Partimizin ikinci genel sekreteri Süleyman Cihan’ın da katledilişinin yıldönümü. Konuyla alakası olduğu için bir iki satır belirtmek istiyoruz:
Önder kadrolarımız mücadelenin en önemli cephelerinde yer aldılar. İbrahim’den sonra dört genel sekreterimiz Süleyman Cihan, Kazım Çelik, Cüneyt Kahraman ve Cafer Cangöz bu kavganın en sıcak alanlarında ölümsüzleştiler.
Kadroların mücadele içinde korunması konusunda ciddi anlamda zaaflar, ihmalkârlıklar ve hatalar işlendi. Ve hatta suçlar da işlendi bu doğru, fakat bir mücadelenin önderi kavga alanında olmazsa ve de korunmazsa o mücadele eninde sonunda yozlaşır. Bir önder kavgada düşmeden önce kendisinden sonra gelenleri önder bir vasıfla yetiştirmemişse zaten iyi bir önder değildir.
Tüm örgütler 12 Eylül faşist diktatörlüğünün estirdiği terör sonucu ezilirken partimizin darbe almasına rağmen örgütsel işleyişinde ciddi bir aksaklık yoktu. Bu geminin birinci derecede kaptanı Süleyman Cihan yoldaştı. İhmali sonucu kendisine yönelik geliştirilen ihanet sonucu pusuya düşürüldü ve günlerce süren işkenceler sonucu Mehmet Ağar’ın başında olduğu bir işkenceci faşist ekip tarafından katledildi. Süleyman yoldaşın yakalanmasında rolü olan kişinin daha sonra kaba Stalin kültünü bu harekete yedirmeye kalkışması ve bunun tam karşı tarafında ise bizlere yıllarca statik kültürek “Maoizmi” şırıngalayan, ideolijik olarak Maoizmin içini boşaltan şahsiyetlerin verdiği ideolojik ve örgütsel tahribatı ayrıca değerlendireceğiz. Partinin devrimci Marksist bakış açısını gölgeleyen bu uç bombalamalar bugüne kadar irdelenmedi. Bugün bu yapı, adeta zihnen fakirleşen bir çöle dönüştürüldü. İdeolojik mücadelenin yerine siyasal mücadele yürütülüyor. Bir partinin olmazsa olmaz siyasal diriliğini koruyan yegâne güç ideolojik mücadeledir. Ne var ki düşmana karşı verilmesi gereken siyasal mücadele parti içinde ve çeperinde verilmektedir. “Meselelere bilimsel yaklaşmak gerekiyor” diyen tasfiyeci revizyonistler, bilimle alakası olmayan cahil bir dedikodu topluluğudur. Tasfiyeci oportünistlerin şahsında bu iş sadece ayyuka çıkmadı, aynı zamanda tam anlamıyla kendilerine karşı olan her yoldaşa karşı bir sürek avına başvurdular. İtiraz eden herkes şaibeler altında bırakılarak devletin izlediği çirkin yöntemlerle yoldaşlarımız farklı zamanlarda tek tek sindirildi. Özellikle bunları ve yöntemlerini tanımayan genç yoldaşlarımız, bunların çirkinlikleri karşısında ya geri çekildiler ya da âtıl durumda kaldılar.
Bu vesileyle geriye düşen, emek veren her yoldaşımızı korumak, yeniden kazanmak ve sahip çıkmak hepimizin görevidir. Mücadelenin gerilediği bu dönemlerde ahde vefa denen şey, en çok bu tasfiyeciler tarafından ayaklar altına alındı. Cahil, basiretsiz ve devr-i sabık zavallı mı zavallı “öndercik”ler yaratılarak, geçmiş tukaka ediliyor. Bu çetin ve inişli çıkışlı yolda partiye ve devrimci mücadeleye emek ve gönül verenlerin ve bedel ödeyenlerin kirli paspas muamelesine tabi tutulması asla tesadüfi değildir; bunu sadece kötü bir niyetle ölçemeyiz. Bunca zaman geçtikten sonra neden yazılıyor sorusu sorulabilinir? Çok haklı ve yerinde bir soru. Şöyle kısa bir cevap vereceğiz: Atom bombasını bulan Oppenheimer, zamanın her şeyden ve hatta Atom bombasından daha etkili olduğunu, 1932’de Sanskritçe dilini öğrenmesi ve Sanskritçe yazılan Hindu kutsal metinlerinin incelemesi sonucu bilince çıkardı. Öyle ya, zaman her şeyden daha önemli, güçlü ve değerlidir. Dolayısıyla sürecin bu gözlemi olgunlaştırması için sadece zamana ihtiyacımız vardı. Birçok şey bugün çok daha net ve berraktır. Zamanla buradan anlatılmaya çalışanlar daha net anlaşılacaktır.
Sevgili yoldaşlarım;
Uzun bir aradan sonra okurlarıyla buluşan Devrimci Demokrasi’yle birlikte olacağız. Sizden gelenleri sizlerle paylaşacağız. Her zaman olduğu gibi birlikte öğreneceğiz. Bir çok şey değişti, bizler de değiştik fakat değişmeyen tek şey oldu: Açlığın ve zulmün olduğu yerde savaşmak ve mücadele etmek gibi bir görev ve sorumluluk omuzlarımızdadır. Yenilebiliriz, geriye düşmüş olabiliriz, çok şeyler kaybettik, bu da doğru, ama hiçbir şeyden vazgeçmedik/vazgeçmeyeceğiz.
Bizden önce toprağa düşünlerin verdiği hınç ve azimle sarılacağız bu mücadeleye. Bizi var eden bu mücadeleydi; var edecek olan da bu mücadeledir. Biz mücadeleden vazgeçersek yok oluruz, kimliğimiz kaybolur ve kazanma gibi bir şansımız olmaz. Fakat biz kimliğimizle var olursak bir gün kazanma şansımız da olur. Mücadele etmeyen baştan kaybetmiştir, mücadele eden ise bir gün kazanma şansıyla yaşar, savaşır ve mücadele eder.
Sonuç yerine, bu partiye emek ve gönül vermiş tüm yoldaşları tasfiyeci revizyonist (Halkın Günlüğü) harekete karşı aktif tavır almaya ve Devrimci Demokrasiye sahip çıkmaya çağırıyoruz. Bu vesileyle katledilmesinin yıldönümünde Süleyman Cihan, Ölüm orucu savaşçısı Aygün Uğur, Ali Ayata, Hayati Can yoldaşları ve diğer siper yoldaşlarımızın şahsında toprağa düşünlerimizi saygıyla ve minnetle anıyorum.
Yılmaz HANBAYAT
Yorumlar kapalı.