Türkiye ve Kuzey Kürdistan emekçi halkı, Maraş’ın Pazarcık ve Elbistan ilçelerinde ardı ardına yaşanan iki büyük depremle bir kez daha büyük can kayıpları vermiştir. Devletin resmi rakamlarıyla 50 bini aşan can kaybının daha fazla olduğu ifade edilmektedir. Yer bilimcilerin gerçekleştirdiği bilimsel araştırmaların gösterdiği üzere Türkiye ve Kuzey Kürdistan deprem bölgesidir. Depremin hayatımızın bir gerçekliği olduğu, engellenemeyeceği aksine onun yaratabileceği yıkım ve kayıplarımızı azaltmaya yönelik önlemler alınması gerektiği ifade edilir. Deprem felaketiyle halkımız ilk defa yüz yüze kalmıyor. Daha öncede gerçekleşen yıkım ve can kayıplarımıza rağmen artan yıkımın boyutu, sorumluluğu uzaklarda aramamayı işaret eder. Yaşanan yıkımlarla tozla buz olan binalardan ve yıkımın ardından yetersiz kurtarma çalışmalarından devleti yönetenlerin sorumlu olduğunu gider önüne serer.
Yaşıyor ve görüyoruz ki, depremlerin en ağır bedelini emekçi halkımız ödüyor. Yıkılan binaların altında can verdiğimiz yetmezmiş gibi, ardından yerle bir olan şehirlerde tekrar sürdürülemeyen yaşam gerçekliği başgösteriyor. Coğrafyamızın bir ucundan diğerine sık sık tekrar eden depremlere rağmen, bedel ödemeye, tedbirsizliğe devam ediliyor. Maddi yıkımın boyutu manevi yıkımla katlanarak uzun yılları bulan etkiler yaratıyor. Yaşayarak görmekteyiz ki, depremin halkın üzerinde yarattığı yıkım ve acı iyileşmiyor, unutturulmak için çaba veriliyor. İyileşme ancak sonraki depremlerde can kayıplarını azalttığımızda mümkündür. Ancak bunun olmadığını verilen bedellerde görüyoruz. Depremin etkilerini üzerinde taşıyan halk, bir başka bölgede unutturulan deprem gerçekliğinin yarattığı yıkımla acıların iyileşmeyecek şekilde büyüdüğünü görüyor. Gölcük, Yalova, Van, Elazığ, İzmir vd. depremlerin ardından Pazarcık ve Elbistan depremleriyle genişleyen etki alanı, dışında kalan halkı da içine alarak deprem karşısında çaresizlik ve umutsuzluk ruhu yaratıyor. Aslında bunun olmaması gerektiğini doğru yapım teknikleriyle inşa edilmiş binaların, yerle bir olmuş şehirlerde dimdik ayakta olmasıyla görüyoruz. Bunu görmemizi engelleyen halkı “kader” anaforu içinde çatesizliğe iten devlettir. Antakya, Pazarcık, Islahiye, Defne ve diğerleri köyleriyle birlikte yerle bir olurken, doğası, kültürü ve inancı ile bütünleşik bir yıkım haline gelmiş bölgeler, burjuvazi için yeni bir rant alanı, kâr elde etme hırsının kurbanı olarak görülür.
Depremler ülkemizde en ağır bedeli, sorumluluğu barınma ihtiyacını gidermekten başka amacı olmayan halka ödetmektedir. Her insanın yaşamını sürdürebilmesi için gerekli olan temel ihtiyaçlarından biri de barınmadır. Bırakalım insanları, hayvanlarda barınma koşullarını yaratmak için çaba verir. Buna karşın kapitalizm bir bütün canlıların barınma olacağını engellerken, insanları da ülkemizde olduğu üzere rant odaklarına zorunlu bırakır. Bunun anlamı deprem, sel ve yangınlarda halka ağır bedel ödetmektir, kendilerine ise kârdır, servet birikimidir. Halkın bireysel çabalarıyla veyahut tek tek inşaat şirketleri aracılığıyla yapımını gerçekleştirdiği binaların, konutların deprem karşısında dayanaksızlığının sorumluluğu halkta yada tek tek şirketlerde değil, komprador kapitalist sistemdedir. “Kapitalist üretim biçimi devam ettiği sürece, konut sorununun tek başına çözüleceğini yada işçilerin kaderini etkileyecek herhangi bir başka toplumsal soruna çözüm bulunacağını sanmak budalalıktır.” Engels’in ifade ettiği bu tespitten de anlaşıldığı üzere konut sorunu toplumsal bir çözüm aracının hedefi olmadıkça sürecektir. Bugün çözüm diye ortaya konulan rantçı politikalar sorunla bütünleşerek yıkımın büyümesinin temelidir.
Her canlı barınma ihtiyacını giderme çabasında doğa olaylarının etkilerini göz önüne alarak ona uygun barınak oluşturur. Yağışın her türlü kar ve yağmur, sel, kasırga, fırtına, erezyon ve ülkemizde sıklıkla yüz yüze kaldığımız üzere depreme dirençli barınak, bina, konut sahibi olmak ihtiyacımızdır. Bunu için verilen tekil çabalar yada rantçı politikalar çözümü öteleyen yada bedeli büyütebilecek etkilerdir. Devlet sorumluluk üstlenmekten kaçındığı bu sorunu, burjuvaziyi zenginleştirme kaynağı olarak yönelir.
Göçle Birlikte Gelişen Çarpık Kentleşme
Depremin olağanüstü boyutlara ulaşan etkisine bakıldığında, en fazla hasar ve kayıplar çarpık kentleşmeyle şişirilen son 20-30 yılda oluşan şehirleşmelerde olduğu görülmüştür. Bu bölgeler genel olarak kapitalizmin gelişimine koşut kurulan fabrika çevrelerine yada tarımsal üretimde bilinçli yıkım politikaları sonucu kırsala en yakın merkezi alanlarda çarpık şehirleşmeyi doğurmuştur. Bu konuya biraz daha ayrıntılı girdiğimizde yaşananların sorumluluğunda devletin ön planda olduğu açığa çıkmaktadır.
Ülkemizde çeşitli dönemlerde yoğun olmakla birlikte kurulan şehirlere göç süreklilik kazanmıştır. Kırın şehire taşınmasında esas neden gelişimin yarattığı bir durum olmayıp, devlet politikası sonucu daraltılması, geçim olanağını imkansızlaştırması sonucu istemsiz fakat zorunlu göçü sıklıkla doğurmuştur. Tarımda yaşanan yıkım politikasına rağmen, kentler aynı şekilde orantılı olarak kapitalist üretimin, istihdam alanlarının geliştiği alanlar olmamıştır. Kırsaldaki üretim olanaklarının geçim olanağı sağlayamaması; öncelikle topraksız köylülerin kentlere göçünü doğurmuş, daha sonra toprak sahiplerinin gasp ettiği topraklarda ortakçı olarak üretim yapmalar zaman içinde göç yoluna düşmüştür. Son 20-30 yılda ise bu duruma tarım alanlarına yönelik devletin bilinçli yıkım politikaları eklenmiştir. Baraj inşaatları, meden işletmelerine peşkeş çekilen mera ve tarım arazileri, turizm ve otelcilik işletmeleri inşaatları, HES, TES, GES, taş ocakları gibi işletmelerin yapımının sonucu tarımda yıkım gerçekleşmiştir. Ekilebilir toprak miktarı azalmıştır. Ayrıca bu zaman diliminde yıkımı besleyen bir diğer gelişme de tohumdan tutalım da, tarımsal üretim için gereken araçların ithal oluşu ve dövize ihtiyaç yaratması nedeniyle tarım tekellerine bağımlılığı doğurur. Artan girdi maliyetini tekeller kontrol ettiği için, ucuz üretim yapmaya zorlanan köylüler üretim araçlarının maliyetinin çok altında fiyatla ürünlerinin satışını yaparak zarar ettirilir. Zarar eden emekçi köylü toprağını terk etmek zorunda kalarak, kentlere göçe itilir.
1950’lerde çalışan nüfusun yüzde 78’ini barındıran tarım 2021’e gelindiğinde çalışan nüfusun yüzde 7’sini barındırır duruma gelir. Son yetmiş yılda olağanüstü bir gerileme söz konusudur. Kırsal tarım üretimini terk eden çalışana kentlerde iş olanağı yoktur. Tarımda çalışan sayısının bu derece gerileme yaşamasında son 20 yıllık politikaların rolü önceliklidir. Tabiiki bu politikalar mevcut hükümetin iş başına geldiğinde önüne konulan devlet planlamasının ürünüdür. IMF’nin talimatları sonucu uygulanan bu kararlar, tarımda yıkımı hızlandırmıştır. 2000’lerin başında henüz çalışan nüfusun esasını tarım sektörü karşılamaktaydı. Tarım alanlarının daraltılmasına paralel çalışan nüfusta azalmıştır. Bu göçün kentlerde başı boş bırakılması kontrolsüz, çarpık kentleşmeyi doğurdu.
Geçim sıkıntısının yanı sıra yaşanan bir diğer göç nedeni de, Kürdistan’da uygulanan ukusal baskı kaynaklıdır. Kürdistan’da ukusal ve sınıfsal hareketlerin yürüttüğü gerilla savaşını zayıflatmaya yönelik, köylerde yaşayan halk zorunlu göçe maruz bırakıldı. Bu kitlelerin önemli bir çoğunluğu yurtsever bağların güçlü olmasının da etkisiyle, kırsala en yakın şehirlere göçerek Kürdistan içinde kaldı. Bunun dışında kalan nüfusta Batı’ya doğru göçer. Çukurova çevresini Adana ve Mersin’i ayrı tutarsak İstanbul ve İzmir ile çevre iller bu göçleri alarak nüfusu büyümüştür. Ülke içinde yaşanan bu göç akışının son yıllarda Suriye vd. Ortadoğu, Asya ülkelerinden politik ve ekonomik nedenlerle göç akışlarını da eklersek, kentlerdeki nüfus maksimuma taşınır.
Gelişmiş kapitalist ülkelerde kırdan şehirlere göçün temel bedeni, kapitalist ülkelerde yaşanan gelişmeye paralel iş gücünü karşılamaya yöneliktir. Ülkemizde böylesi bir göç akışı 1950-60 yıllarında esasında önemli bir yerde dururken sonraki yıllarda yaşanan göçlerde tali bir duruma gerilemiştir. Ayrıca kırsalda yaşanan göç sadece ülke içine gerçekleşmemiştir. Günümüzde Avrupa ülkelerinde muazzam seviyeye ulaşan Türkiye ve Kuzey Kürdistan kökenli nüfus, yıllardır süreklileşen göçle birleşmiştir. Avrupa bu nüfusu ihtiyaç duyduğu iş gücü sıkıntısını gidermekte kullanmıştır. Buna rağmen ülkenin büyük kentlerinde yaşayan nüfus artışı ve çarpık kentleşme engellenememiştir. Anlaşılacağı üzere kırdan kente göç doğal gelişmenin yönüne uygun olarak sanayileşme ihtiyacına göre değil, devletin çeşitli politikaları sonucu suni etkilerle halk göçe itilmiştir.
Gecekondulaşmaya Alternatif Rantçı TOKİ Sistemi
Şehirlere yaşanan göç ve yaratılan yeni şehirler beraberinde pek çok ihtiyacı doğurur. Bınların başında emekçi halkın öncelikli temel ihtiyaçları vardır. Beslenme, barınma, sağlık, eğitim vs. diye uzayıp giden ihtiyaçların yeni yerleşim yerlerinde karşılanabilme olanağı yoktur. Konumuz özelinde üzerinde duracağımız barınma olmak üzere, diğer ihtiyaçları halk öncelikle kendi imkanlarıyla sağlamıştır. Barınma sorunu sadece depreme dayanıklı binalara sahip olma değildir, onunla birlikte iliklerine kadar sömürücü sistem tarafından soyulmalarıdır.
Kırsal yaşam alanlarından kentlere göç etmek zorunda kalan yoksul halk kitlelerinin barınma ihtiyacını gidermeye yönelik devletin hali hazırda bir politikası bügün olduğu üzere dünde bulunmuyordu. Devletin sosyal sorumluluk olarak üstlenmesi gereken bu durum, inşaat odaklı sermayeyi büyütmeyi doğurdu. Halka güvenli, kentsel dokuya uygun yerleşim alanlarının oluşmasını sağlamak yerine hakim sınıf kliğinin etrafında toplanan komprador burjuvaziyi zenginleştirecek kentleşme esas alınmıştır. Bunun sonucunda yoksul halk kitleleri kentlerin dış katmanlarında yer alan, kırsal yapısı henüz bozulmamış, imara açılmamış, devletin hazine arazilerine “gayri resmi” olarak konutlar inşa ederek yerleşimlerini sağlamışlardır. Sorunun sadece konut inşa etmekle sınırlı olmadığı, alt yapı ihtiyaçları, yol, elektrik, su vb. gibi hatların kurulmasıyla üzerine daha fazla yük alan halk, devleti önemli bir yükten kurtarıyordu. 1980’lere gelindiğinde İstanbul, İzmir, Ankara ve çevre illeri başta olmak üzere toplam konutların yüzde 70’ini gecekondu tipi “gayri resmi” konutlardan oluşan kentleşme meydana getirildi.
1960’larla birlikte yoğunlaşarak artan ve 2000’lerde zirveye ulaşan göç olgusu, barınma ihtiyacı için gerekli çözümleri de beraberinde doğurmuştur. 2000’lere kadar bu ihtiyaç belirttiğimiz üzere genelde gecekondu diye ifade edilen konutlarla çözüm bulurken, 2000’lerle birlikte buna TOKİ’nin imar ettiği konutlar ve inşaat şirketlerine sağlanan ayrıcalıklarla yapımı gerçekleşen konutlarla çözüm aranmıştır. Ancak bu çözüm aramaktan çok daha fazla zenginleşmenin aracı olmuştur. Gecekondu tipi yapılaşma, halkın barınma sorununa kendi öz gücüne dayanarak bulduğu çözümdür. Devletin sağlaması gereken barınma imkanına halk çözüm üretmiştir. Halk ekonomik giderini karşıladığı gibi, işçiliğinde de kendisinin yer aldığı yapılar devleti önemli bir sorumluluktan kurtarmıştır. 1 Mayıs mahallesi, Birlik mahallesi, Gazi mahallesi, Gülsuyu-Gülensu mahalleleri, Fikirtepe, Esentepe, Şahintepe, Alibeyköy, Okmeydanı, Armutlu, Gültepe, Yamanlar, Mamak, vd.leri halkın canla başla emek vererek kurduğu yerleşim yerlerinden bazılarıdır. Devlet, halkın ihtiyacını karşılamak için çaba sarfetmediği gibi, verilen emeği yıkıma uğratmak için elinden geleni yapmış, ancak başaramamıştır. Çünkü birlik ve dayanışma ruhu yaşam alanı kurma ve koruma sürecinde en fazla belirginleşen özelliklerdir. Devlet yıkmaya çalıştığı bu yapıları şimdilerde imar ettiği TOKİ yapımı tek tip, halkın ruhunu, kültürünü yansıtmayan beton yapılara benzemediği için yıkıma başlamıştır. Kentleşme sadece beton bloklar dikerek oluşmaz, bu yapılar içinde oturan halkın kültürüne, yaşam şekline de sindiği sürece sahiplenilir. Halk yıkıma karşı direnirken korumaya çalıştıkları sadece bir yapı değildir. O yapıya kendilerinin kattığı ruh, mahalle kültürüdür. Halk yıkımlara karşı direnmiş ve konutlarını sonuna kadar korumuştur. Bu günde buralarda yaşamını sürdürüyor. Her defasında içten ve dıştan gelen yıkma girişimini iterek.
Gecekondulaşma küçük çaplı rantiyeci, arsa spekülasyoncularını doğurmuştur. Devletin atıl halde bıraktığı araziler, rantiyeci sınıfın bürokratik bağlantıları vasıtasıyla kendi malı gibi satışını getirmiştir. Çaresiz kalan halk yeri geldiğinde mafya/çeteler gibi şiddet kullanmaktan çekinmeyen rantiyeci sınıfa karşı konut sahibi olabilmek için boyun eğmiştir. Elinde avucunda ne birikimi varsa vermiştir. Görüldüğü üzere konut sorunu diğer yandan küçük bir kesim için zenginleşme fırsatına dönüşmüştür. Daha çok hamallık, işportacılık, inşaat işçiliği, meyve-sebze pazarcılığı, merdiven altı işçiliği, garsonluk vb. güvencesiz, sosyal katkısı yetersiz, örgütsüz işlerde çalışarak geçimini sağlayan emekçilerin gecekondularda barınabilecek kadar geliri vardır. Sosyo-ekonomik yapı gerçekliğiyle bir başına bırakılan halk kendi imkanlarıyla yaşama tutunmuştur. Konut sorunuyla bir kez daha açığa çıkan devletin halkın sorunlarına karşı ilgisizliği, sorumluluktan kaçması, bu bölgelerde yaşayan halkın mevcut hükümetler başta olmak üzere devlet kurumlarına karşı güvensizliği oluşmuştur. Bu durumun da etkisiyle bu mahalleler devrimci hareketlerin potansiyel tabanı haline gelmiştir.
Geçen zaman içinde gecekondu mahallelerinin sayısı artmakla birlikte, mevcut olanlarında nüfusu çoğalır. Bu gelişme burjuva partiler için seçimlerde oy potansiyeli anlamına gelir. Böylece gecekondu halkından oy karşılığı tapu vaatleriyle başlayan siyaset, her seçimde yeni vaatlerle yol, su, elektrik, doğalgaz vs. diye uzayarak halkın oyuna karşılık “hizmet” götürülür. Oy vermeyen mahalle halkı bir başına bırakılır. Zaman içinde aile nüfusu artan konut sahipleri tapusunu oy karşılığında aldıktan sonra binanın üstüne ikinci, üçüncü katları dikmeye başlar. İmar izni olmadan çıkılan bu katlat “kaçak” statüsündedir. Bu durumdan faydalanan AKP hükümeti “imar barışı” adı altında, karşılığında gelirde elde ederek imar izni çıkarmıştır. Bu gerçekleşirken binaların yapı güvenirliğini dikkate almak söz konusu değildir. Amaç oy ve önemli bir miktara ulaşan gelirdir. Pazarcık ve Elbistan depremlerinde yıkılan binaların pek çoğu bu politikadan faydalanmıştır. Yaşanan acı deneyimde sorumluluk elbette izin veren, denetime tabi tutmayan bürokratik sistemdedir. Ayrıca “imar afları” esasında emekçilerin yaşamını gözetmek adına değil, büyük inşaat şirketlerinin bataklık, tarım arazilerine imar izni olmadan inşa ettiği tolu konut, gökdelen vb. inşaatları için devreye girmiştir.
Halk şehirlerde barınma ihtiyacını gidermede yalnız bırakılmıştır. Kendi imkanları ölçüsünde konutlar inşa etmiştir. Bu konutlar inşa edilirken halkın tek bir kaygısı vardır; başını sokacak bir çatı. Yani konutun deprem karşısında yapı güvenliği gibi bir kaygı görünürde değildir. Çünkü halkın ne bu yönlü bilinçlenmesi söz konusudur, nede yapı güvenliği mümkün binaları inşa etme olanakları söz konusudur. Depreme karşı güvenli yapı ihtiyacının doğması 1999 Gölcük ve Yalova depremlerinde ödenen ağır bedel sonrası gelişir. Coğrafyamız daha öncede defalarca depremle sarsılmış ve bu depremler 1999 depremlerinin de üzerinde canımızı hayattan koparmıştır. Bugün olduğu üzere o zamanda tek tek müteahhitlerin üzerine yıkılan sorumluluk geldiğimiz yıkımı ve geleceğin esas sorumlusunu göstermektedir. Batıda gerçekleşen 1999 depremleri, ülke nüfusunun esasını teşkil eden, kapitalist gelişmenin kalbi İstanbul ve çevresini içine alması, gelecek yeni depremlere karşı uyarı sinyali vermiştir. Depremin yıkıcılığına karşı olan ilgisizlik bir anda dikkate yerini bırakmıştır. Mevcut hükümetle depremin altında kalarak sorumluluk üzerine yıkılmış, pek çok sorunun yanı sıra deprem sorunuma karşıda çözüm olarak ilan edilen AKP hükümetine yerini bırakmıştır. AKP şaşalı, popülist söylemlerle deprem sorununda çözüm vaatleri sunmuştur. Bu vaatlerin merkezinde de TOKİ önemli bir yere alınır.
12 Eylül AFC’yla ardı ardına yoğunlaşan neo liberal saldırı politikaları uygulamada da hızlı bir döneme girmiştir. Emperyalist neo liberal politikalarla birlikte yatırımların ülke içindeki yönü de inşaata kaymıştır. Günümüze kadar artarak gerçekleşen kara ve demir yolları, köprü, baraj, gökdelen, stadyum, hapishane vd. yapıların ön planda olduğu geniş halk kesimlerinin konut ihtiyacını gidermek yerine, emperyalist ve işbirlikçilerin ticari çıkarlarını karşılayan, kâr getiren inşaatlar yapılır. Bu yapıların bir kısmı “çılgın ve mega projeler” şeklinde servis edilerek kitlelerden oy devşirmek ve sermayeye zenginleşme fırsatı olarak kullanılır. Halkın güvenli konut ihtiyacı yerinde dururken, emekçilerin vergilerinin bu projelerde heba edildiğini Maliye Bakanı’nın ağzından çerez tadında keyifle işitecektik. Bunun değişmeden sürdüğünü her depremin ardından tekrar tekrar görüyoruz.
1984 yılında kurulan Toplu Konut İdaresi (TOKİ) konut sahibi olmaya maddi gücü yetmeyen emekçilere uygun koşullarda (vadeli ödemeler şeklinde) konut inşa edilmesi için kurulmuştur. Kuruluş tarihine bakıldığında tarımsal üretime yönelik yıkım saldırılarının artacağı bir eşiğe girildiği hesap edilirse, TOKİ’nin bu süreçte kırsaldan göç eden halka konut sağlama konusunda önemli bir işlevi olabileceği öngörülebilir. Ancak kurulduğu günden AKP hükümetine kadar geçen 18 yılda TOKİ’nin inşa ettiği konut sayısı 43 binada kalmıştır. Geçen süre içerisinde başta İstanbul olmak üzere birçok kent olağanüstü göç almıştır. Göç eden halk daha önce olduğu üzere barınma sorununu kendi imkanlarıyla çözmüştür.
2002 seçimlerinde AKP hükümetinin iş başına gelmesiyle birlikte TOKİ’nin yatırımlarında gözle görünür artış meydana gelmiştir. 1999 depremlerinden ders çıkardığını iddia eden bir önceki hükümet 4708 sayılı “Yapı Denetim Hakkında Kanunu” devreye koyarken, AKP hükümeti buna 2005 yılında “Yıpranan Tarihi ve Kültürel Taşınmaz Varlıkların Yenilenerek Korunması Hakkında” kanun ve Van depreminin ardından 2012 yılında “Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun”ları ile devam ettirmiştir. Ancak alınan yasal önlemin uygulamada geçersiz olduğunu Pazarcık ve Elbistan depremleri bir kez daha göstermiştir. AKP 18 yılda 43 bin konut inşa eden TOKİ’yi bir yılda 43 bin konut inşa edecek düzeye getirmesine rağmen başarısız kalmıştır. AKP hükümeti altında geçen 20 yılda TOKİ 1 milyon 49 bin 197 konut üretmiş ve bu konutların ancak yüzde 14,8’i yoksul emekçi halk için gerçekleştirilmiştir. Bu miktarda AKP hükümetine kadar gelinen süreçte TOKİ’nin inşa ettiği konut miktarına denk düzeydedir. TOKİ’nin kuruluş amacını bu veriler açıkça göstermektedir. “Kentsel Dönüşüm” adı altında imara açılan yoksul mahalleler lüks konut inşaatlarıyla donatılmıştır. Emekçi halk sokağa terk edilmiştir.
Türk devletinin kuruluşunu izleyen yıllarda çeşitli sektörlerde devlet işletmeleri kurulur. Genel anlamda tarımsal ürünlerin işlenmesini merkezine alan bu fabrikalar, kapitalist gelişmeyi sağlayan bir etki gösterir. Ancak bununla sınırlı olmayan bir özelliği de bürokrat burjuvazinin zenginleşmesini sağlamasıdır. Nitekim bu fabrikalarda yöneticilik yapmış bürokratlar daha sonra kendi holdinglerini kurarak günümüze kadar ulaşan komprador sermayeleriyle adlarından söz ettirmişlerdir. Bu kesimleri “milli burjuva” yaratılıyor diye kucaklayanların sayısı azımsanmayacak düzeydedir. Ancak yöneticilerin kurdukları holdinglerin emperyalizmin işbirlikçiliğini yaptıkları gözler önündeydi. Bugün benzer bir propagandaya AKP “yerli ve milli” sloganıyla sarılarak kendi kabul edilebilirlik sınırını yaratmaya çalışmıştır. TOKİ’nin kuruluşuda bu mantıkla kurulmuş, ancak icraatta komprador sermayeyi zenginleştirme aracı olduğu gizlenememiştir. Pek çok sektörde işletme kuran komprador sermayeler, inşaat yarırımlarını zenginleşme sermaye birikim aracı olarak değerlendirmektedir. TOKİ burjuvaziyi zenginleştirme aracı olarak 2004 yılında çeşitli genel düzenlemelere tabi olmuştur. Bu düzenleme sonucunda inşaat sektöründe TOKİ’nin yetkileri artılırdı. 1999 depremini yaşayan halk için TOKİ’nin yetkilerinin arttırılması olumlu karşılandı. Çünkü “kentsel dönüşüm” beklentisi içinde yapılarının iyileştirilmesini halk arzulamaktaydı. Bireysel girişimlerle bu sürecin kısmi yürütüleceğine inanan halk, devletin sosyal niteliği gereği bu sürecin dönüşümünü TOKİ adına üstlenilmesini beklemektedir. Emekçilerin beklentisi TOKİ eliyle hasarlı, zayıf binalara alternatif ve bedeli için uygun ödeme koşullarının sağlanarak konut sahibi olmaktır. Ancak yukarıda ifade ettiğimiz verilerden de anlaşılacağı üzere emekçilerin taleplerine yetersiz yanıt verilmiştir. Ayrıca istedikleri binalara kavuşan emekçileri ise yüksek faizli ödeme koşulları ile borçlandırarak prangalamışlardır.
TOKİ’nin yetkilerinin artırılması süreciyle “özelleştirme” adı altında devlet işletmelerinin çekilmesi bir bütündür. Bu işletmelerin satışından elde edilen gelirin önemli bir kısmı TOKİ vasıtasıyla inşaat şirketlerine aktarılır. İnşaat sektörü olağanüstü boyutta canlanır. “Çılgın projeler”, “mega projeler”, dört şeritli yollar, Avrupa’nın en büyüğü olacak olan baraj inşaatları, köprüler, AVM, havaalanları, gökdelenler, hapishaneler vs. inşaat türü genişledikçe TOKİ ve Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın etki alanı büyüyordu. Bu inşaatlar adresine teslim isimlerle, Kolin, Cengiz, Limak, Rönesans, Albayrak, Ağaoğlu gibi şirketleri zenginleştirir. İnşaat yatırımlarıyla sermayelerini büyüten bu şirketler zaman içinde madencilik, turizm ve çeşitli türde sektörlerde adını duyurdular.
TOKİ 2004 yılında yasada yapılan bir düzenlemeyle, inşaat alanı olarak belirlenen arazide planlama yapma yetkilerine sahip oldu. Artık hazır projeler değil, TOKİ’nin kontrolünde projeler söz konusudur. Planlama yetkisine sahip olmak finansal anlamda da sınırsız bütçeye sahip olmayı doğurur. Bütçesi inşaatı karşılamadığında doğrudan TOKİ adına kredi alma ve kredi temin etme yoluyla kabul edilir. Ayrıca “özelleştirme” süreci sadece fabrika satışları ile sınırlı değildir. Bu politika orman, kıyı, şehir içi arazilerin de TOKİ adına satışını mümkün kılmıştır. Bu arazilerin satışından elde edilen gelirler TOKİ’ye aktarılır. Bir yanda 1999 depremi sonrası halka güvenli yapılar taahhüdüyle devreye giren deprem vergisinden (ÖTV) gelen gelir, diğer yandan satışı gerçekleşen arazilerden gelen gelir sermayeyi büyütür. Bu sermaye halkın temel ihtiyaçlarının yerine stadyum, hava ve deniz limanları vb. yapıların inşaatlarının yapımında harcanır. TOKİ ayrıca ihale verme yetkisine de sahiptir. Buda önüne koyduğu pek çok projeyi özel şirketlere ihale etmesini getirir. Ayrıca inşaat sürecince ihaleyi tamamlayamayan yada zarar eden yapıları tekrar TOKİ üstlenir. Fikirtepe halkının “kentsel dönüşüm” adı altında yıllardır çektiği çile biliniyor. Elden ele dolaşan inşaat son olarak Çevre ve Şehircilik Bakanlığı üzerinden TOKİ’ye devredilmiştir. Yapılan araştırmalara göre Avrupa’da inşaat şirketlerinin devletten en fazla ihale aldığı ülke Türkiye’dir. Öyleki, Cengiz, Limak, Kalyon, Kolin ve Makyol inşaat şirketlerinin 18 yılda 203,7 milyar dolar tutarında devlet ihalesi aldığı belirtiliyor. Muazzam bir servet transferi gerçekleştirilmiştir. Bu ihalelerin değerinin çok üstünde tutarlarla bu şirketlere verildiği de dikkate alınmalıdır. Devlet inşaat şirketlerinin arpalığı konumundadır. Depreme karşı önlem, kentsel dönüşüm, afet yasası gibi mevzuatlar ve uygulamalar esasında zenginleşmede bir fırsat olarak görülmüştür.
2012 yılında çıkarılan “Afet yasası” ile riskli alan olarak belirlenen bölgelerde her türlü uygulamada bulunma yetkisi TOKİ ve Çevre ve Şehircilik Bakanlığına verilmiştir. “Riskli alan” tanımı sadece yerleşim alanlarını değil, orman, kıyı şeridi, mera, tarım arazisi, bugün gündemde olduğu üzere Uludağ çevresi gibi sit, koruma alanlarını da içine alacak şekilde keyfidir. TOKİ bu alanlara “Afet yasası” çerçevesinde el koyarken, yapılacak inşaatı gerektiğinde üstlenir yada inşaat şirketlerini palazlandırma aracı olarak adrese teslim ihale eder. 1999 depremleri sonrası, inşa edilecek binaların deprem riskine dayanırlıklığını tespit etmesi için “Yapı Denetim” firmalarının kuruluşuna onay verilir. Ancak TOKİ bu denetimin dışında bırakılır. TOKİ’nin resmen dışında tutulduğu denetimden, diğer inşaat firmaları ise gayri resmi dışında tutulur. TMMOB Mimar Odası Başkanı Eyüp Muhcu’nun belirttiği üzere, “yapı denetim kuruluşları eliyle gerçek bir denetim yapılmamaktadır. Her yıl binlerce dosya bu nedenle Meslek Odaları tarafından yürütülen disiplin soruşturmasına konu olmaktadır. Çok daha fazla dosyanın siyaset ve kamu yönetimleri tarafından korunduğu bilinmektedir.” Ayrıca Mimarlar Odası’nın açıklamasına göre, deprem bölgesi olan Pazarcık ve Elbistan ile çevresinde son 20 yılda tarım üretimi olarak kullanılmış arazilerde 15-20 katlı yapıların inşa edilmesini önlemek adına karşı davalar açılmıştır. Bu davalar sonrasında verilen yapı iptal kararları görmezden gelinerek, bürokrasiyi arkasına alan inşaat şirketleri yapıları inşa etmeyi sürdürmüştür. Gerçekleşen yasal düzenlemelerin inşaat şirketlerine daha rahat faaliyet alanı sunduğu görülmektedir.
“Afet yasası” çerçevesinde “riskli alan” olduğu belirtilen bölgede, TOKİ yada Çevre ve Şehircilik Bakanlığı bünyesinde gerçekleşen el koymanın ardından, başlatılan yapılaşma çalışmalarına yürütmeyi durdurma kararı verilemiyor. Beykoz Tokatköy örneğinde gördüğümüz üzere, halkın şiddetli tepkisine rağmen el koyulan alan için yapılan yargı kararları dikkate alınmamış ve inşaatlar evlerin yıkımı sonrası başlamıştır. İçişleri bakanı bu durumu daha açık ifadeyle “siz yıkın yargı kararı arkanızdan gelir” diyerek, bürokratik sürecin anlamsızlığının rant alanı üzerindeki uygulamalarda geçersizliğini ifade ediyordu. Tokatköy sahile yakın bir mevkide el değmemiş doğal yapısını önemli oranda korumuş yerleşim birimi olması, lüks konut inşaatlarının yapımı için iştah kabartıcıdır. İnşaat şirketlerinin zenginleşmesi için şehir içi, orman, kıyı, tarım alanı farketmez, önemli olan rant geliri olmasıdır. Devlet inşaat şirketleri için her türlü kolaylık ve teşviki sağlamaktadır. Bunun sonucunda GEMH içindeki inşaat geliri yüzde 20’ye kadar oranını yükseltmiştir. Yani 789,3 milyar dolar olan toplan GSMH’nın 170 milyar dolarlık kısmı inşaat şirketlerine aittir. Bu ekonomik büyüklük AVM, otel, gökdelen, demiryolu, karayolu, deniz dolguları, stadyumlar, tüp geçit, köprü, baraj vd.lerine büyük oranda ayrılırken, konut inşaatlarının getirisinin düşüklüğü daha az tercih edilmesine neden olur.
İnşaat sektörü ekonomik getirisinin yanı sıra istihdam açısından da, tıpkı geliri gibi kısa soluklu bir çözümdür. Son yıllarda inşaat çalışmalarında gereken hammadde ve araçların değerinde yaşanan yüksek maliyet artışına rağmen vazgeçilmez bir sektördür. Bu durum inşaat yatırımlarında gerilemeyi de getirmiştir. İnşaat sektörü Türk hakim sınıflarının önemli bir kesiminin vazgeçilmez yatırım alanıyken, TÜSİAD patronlar kulübünün önde gelen sayısız sektörde iş yapan komprador burjuvalarında boş bırakmadığı zenginleşme kaynağıdır. Koç, Sabancı, Doğan, Ciner, Zorlu gibi komprador kapitalistlerde inşaat yatırımlarından vazgeçmezler. Doğuş Holdingin Galata port liman inşaatı, Sabancı Holdingin dünyanın önde gelen çimento üretici konumuna getirdiği ÇimSa işletmeleri bazı yatırımlarıdır. Türkiye’de 68 çimento fabrikası bulunuyor. Bu fabrikalar 28 farklı şirkete ait olsa da 27’si yani yarısına yakını Limak, Votorrantim ve ÇimSa işletmelerine aittir. Bu işletmelerde uluslararası anlamda Fransız ve Alman tekellerine bağlıdır. İhtiyaç duyulan hammaddenin önemli bir kısmı işgal altında bulunan Suriye’den temin edilir. Bir anlamda çimento işletmeleri arasında rekabet söz konusudur. İşgalin altında yatan ekonomik gerçeklerden birinin çimento sektörü olduğu bilinmelidir. Türkiye’deki çimento yapımı yapılan araştırmalara göre Avrupa’da sırada olmalarını sağlamıştır. Buna rağmen deprem sonrası yıkılan bina enkazlarından görmekteyiz ki beton kalitesinin düşüklüğünden yapılarda çimento kullanımının yetersizliğidir. Aslında inşa edilen tüm yapıların betonla yapılmasına gerek yoktur. Bölgelerin iklim, doğa koşullarını göz önüne alacak şekilde ahşap, çelik konstrüksiyon şeklinde binalarda yapılabilir. Devletin TOKİ eliyle yada zenginleştirdiği inşaat şirketleriyle yapmaya çalıştığı ideolojik anlayışına uygun tek millet, tek bayrak, tek vatan, Türk islam ideolojisine uygun tek tip binalar köşklerdir.
İşsizliğin derinleşerek büyüdüğü ülkemizde en önemli istihdam alanlarının başında inşaat sektörü gelir. Öyleki üniversitesi mezunu gençler bile bu sektörde ucuz iş gücü haline gelmek zorunda kalmıştır. Ucuz ve güvensiz çalışmanın hakim olduğu inşaat sektöründe yaşanan gerileme ucuzluğu derinleştiren bir etkiye sahiptir. Varlığı ise geçici bir soluklanmadır. Bu özelliğin nedeni hakim sınıflar inşaat sektöründe varlıklarını sürdürebilme açısından yaklaşıyorlar. 2002’de inşaat sektörü yüzde 5,4 daraldı. Sektörün payı 2016’da yüzde 9’a kadar çıkmışken bugün yüzde 4.8’e kadar geriledi. İstihdam edilenlerin sayısı 2017 yılında 2.1 milyon iken, 2020’de 1.5 milyona indi. Ve bugün 1.8 milyon civarlarda seyrediyor. İstihdam içindeki payı 2017’de yüzde 7.5 iken şimdi 5.9’dur. Hayri Kozanoğlu’nun ulaştığı bu verilerden derlediğimiz bilgilerden de görüldüğü üzere zaman zaman düşen, zaman zaman yükselen şekilde varlığını sürdüren ekonomide önemli bir yer kaplayan sektördür. İnşaat sektöründe çalışan işçilerin yüzde 54’ünü asgari ücretliler oluşturmaktadır. Onun üstünde gibi görünen ücretli işçilerin aldığı ücretin asgari ücret arasında çok farklılık yoktur. Birbirine yakın seyreden miktarlardır. Zaman içinde aradaki fark kapanıyor. Bu çalışanların aleyhine gelişiyor. Mülteci işçilerin aralarına katılmasıyla ucuz ve güvencesiz çalışma oranı büyümektedir. İnşaat şirketlerinin devletten aldığı teşvik yatırım ayrıcalığının yanı sıra işçiler üzerinde kurdukları sömürü sistemi, kârlarını daha da büyütmektedir. Devlet imkanlarının inşaat sektörüne sunulduğu bu birliktelik kârı büyütme amaçlıdır.
İnşaat sektörünün burjuvaziye sağladığı kârı bankacılık sermayesi açısından da dikkate değerdir. Neo liberal politikaların artan görünürlüğünün bir yansıması da finans-banka sermayesinde yaşanan olağanüstü büyümedir. Yani emekçilerin cephesinden bakıldığında, kredi kullanımının yaygınlaşmasıyla borçluluk oranının artmasıdır. İşçi sınıfı ve köylülük temel ihtiyaçlarından tutalım da toprağını ekmek isteyen köylünün ihtiyaçlarına kadar, her türlü gereksinimi elde etmek için banka kredilerine başvurulmaktadır. Asgari ücretle çalışan oranı arttıkça borçlulukta büyümektedir. Borçlanmanın artısının artısının nedenlerinden biri de konut kredisidir. Ülkemizde nüfusun yüzde 42,5’inin konut sahibi olduğu gerçekliğiyle beraber, geri kalan nüfusta konut sahibi olmak için çabalıyor. Bu da konut kedisi sağlayan bankalara hedef kitle olanağı sağlıyor. Devletin emekçileri banka kredilerine yöneltmesi için sürekli şekilde uyguladığı politikalar da göz önüne alındığında, konut sahibi olabilmenin önemli bir aracı banka kredileri olmuştur. TOKİ’nin inşa ettiği yada farklı inşaat şirketlerinin inşa ettiği toplu konut proleterlerinden, konut sahibi olabilmek için on yılları bulan vadelerle yüksek faiz oranlarına rağmen emekçiler yönelmek zorunda kalır. Emekçiler elde ettiği gelirin önemli bir kısmını bu krediler aracılığıyla sermayeye aktarır. Geleceği ipotek altına alınır. Halkımız bugün yaşanan depremlerle borcunu hala ödediği binaların altında can vermiştir.
2002 yılında konut kredilerinin tüm diğer kredilere oranı yüzde 1,8 iken 2012 “Afet Yasası”nın kabul edildiği yıl yüzde 10,8’dir. Yükselen bu talep son yıllarda ekonomide yaşanan krizin etkisiyle yüzde 7’ye kadar gerilese de, toplam kredi miktarı içindeki değer oranı yüzde 30’dur. Konut sahibi olmak emekçiler için değeri en yüksek olan harcama kalemidir. Öyleki bunun için bir ömür emekliliğini beklemek zorunda kalan emekçilerde vardır. Bu ekonomik bedel bugün banka kredileri ile kolayca ödenebilir diye propaganda edilse de konutlar faiz bedelleri ile daha da fazla değere ulaşırken, emekçiyi de çalıştığı işe mahkum eder. Halkın temel ihtiyacını azami kâr hırsına kurban eden komprador gerici sistemden, depremin açtığı yaraları gidermesi beklenemez. Depremin içinizden söküp kopardığı bedelin hesabı rantiyeci bürokratik sisteme kesilmelidir.
Konut Sorunu Sosyalizm İle Çözülür
Depremin ardından yaşanan yıkım ve ödediğimiz bedelin artısında devletin sorumluluğu gizlenemeyecek boyuttadır. Pazarcık ve Elbistan depremleri sonrası bölgede 200 bin konut inşasına girişen devlet, yine zenginlik paylaşımı derdindedir. AKP kliği çevresinde toplanan inşaat şirketlerine pay ettiği bölge yapı ihaleleri çözüm değildir. Hala depremin etkisini artçılarıyla sürdürdüğü bölgede alelacele inşaatlara girişmek, yapıyı daha güçlü inşa etmeyi sağlamaz. Bu depremden mal kaçırmaktır. Yıllarca popülist projelerle aldatılan halkın, bugün 300 bin konut popülizminin ardından sürüklenmesine göz yumulamaz. Bu sistem sürdüğü müddetçe konut sorunu farklı boyutlarıyla karşımıza çıkacaktır. Bugün deprem, yarın kira bedeli vs. diye halkımızın gündemine gelecektir. Dün tarım arazilerine, bataklık bölgelere çarpık şehirleşmeyi kurarak neden oldukları yıkımın bedelini ödemeden, üstünü örtmek için halkımıza tekrar mezar olacak yeni tek tip temeller atılmaktadır. Binlerce insan bürokratik kurumların onayıyla, zemin ve yapının güvenirliliğinin dikkate alınmayarak inşa edildiği konutlarda yaşamını yitirdi ve sakat kaldı. Halkımız her defasında bu bedeli ödemek zorunda değildir.
Görüyoruz ki, yer altındaki kırıkların yarattığı deprem, yer yüzünde verilen bedellerle halkın zihin dünyasında devlete karşı güven kırılmasına bürünmüştür. Bu sadece güvencesiz yapıların yıkılmasıyla değil, deprem sonrası binlerde insanın feryat ederek kurtarılmayı umduğu yakarışlarına yanıt vermeyerek gerçekleşmiştir. Tıpkı 1933 Erzincan depreminde kuru kışta enkaz altında kalan binlerin donarak ölmelerine devlet seyirci kaldıysa bugünde aynı durum tekrar etmiştir.
Kapitalist sistem halkın sorunlarına çözüm üretmeyi temel almaz. Çünkü toplumsal kurtuluşu değil, bireyin kurtuluşunu, zenginleşmesini, üstün konuma gelmesini amaç edinir. Bağımlı kapitalist üretim yapısı egemenliğinde, inşaat sektörüne zenginleşme hırsıyla sarılan egemen sınıflar, halkı daha fazla bu sisteme mahkum edemez. Temel hak ve özgürlüklerin kolektif çözümünün mümkün olduğu sosyalizmin alternatif niteliği halkın bilincinde yeşermelidir. Karşı karşıya bulunduğumuz sistem tüm gerici, yıkıcı, sömürücü özüyle emekçilerin karşısındadır. Bu sisteme karşı işçi sınıfı vd. emekçilerin iradesi olmayı başaramayanlar çözümüde sağlayamaz. Bu sistemin açığa çıkan halkın karşısındaki tüm yönlerini halka anlatmak, onları bilinçlendirmek, örgütü bir güç olmalarıyla açığa çıkarılır. Bunu sağlayana kadar var gücümüzle halkın sorunlarını birlikte çözmek için çaba göstermeliyiz.
Yorumlar kapalı.