Eleni Matilda Antona
Büyükada (Πρίγκηπος/ ); benim, annemin, anneannemin ve onun annesi ve büyükannesinin doğup büyüdüğü, yaz aylarını çoğunlukla geçirdiğimiz yerdir.
Başlangıçta bir Yunan adası olan burası, 1964 yılına kadar çoğunlukla Yunanlıların yaz aylarını geçirdiği bir yerdi. Adamızın o eski güzel günlerini ne yazık ki yaşayamadım… Bildiğim her şey; anılarımız, ailemin ve ailelerimizin anlatımı. Anneannemden bana kalan evden hiç ayrılmadım. Geçmişte ailem adadaki bu evi yağmacılara vermemek için her ne kadar birçok eşyamız alınmış olsa da direnmişti ve ben artık oraya asla gidemeyecek olsam da hala onu koruyorum.
Yunanlılar adadan ayrılınca Yahudiler adada hakimiyet kurdu. Artık yavaş yavaş Yahudiler evlerini satıp gidiyorlar ne yazık ki. Artık tersine bir göç var. Bir zamanlar yerlisi olduğumuz bu yerlerde artık Arap ülkelerinden insanlar ev alıyor. Özellikle bizim ayrılışımızla birlikte adanın neşesi solmuş, zarafetin kaybolmuş olduğu söyleniyor ve yazılıyor… Rumların ilk göçü 6-7 Eylül 1955’ten sonradır. Adaya asıl vuran göç ise 1964 yılında olmuştur. Yunan vatandaşları her şeyi burada bırakarak bir gecede ülkeyi terk etmek zorunda kaldı. Bir kısmı evlerini ve dükkânlarını güvendikleri adalılara, bir kısmı Türk uyruklu Rumlara, bir kısmı da mülklerini Milli Emlak’a bıraktı. Rumların evleri ve dükkânları vasiyetle satıldı. Doğup büyüdüğümüz adadan ayrıldık.
Anneannem şöyle anlatırdı: “O zamanlar çoğunlukla yaz aylarını bize ait olan bu adada geçirsek de yaz kış yaşardık ve şehre dönmek istediğimizde sabırsızlıkla beklerdik. Çoğu evde bunun için dürbün bile vardı. Adada yaşayanlar için Büyükada’nın her mevsim, hatta her ay farklı bir kokusu, sesi ve rengi vardır. Denizin, dalgaların, rüzgarın, martıların, kedilerin, vapurların sesi. Yaprakların hışırtısı…
Yasemin çiçeklerini hatırlıyorum… Küçükken yasemin çiçeklerinden saç tokası, taç yapardım. Anneannem öğretmişti bana, küçükken yapardı… Eskiden bu rengarenk aynı zamanda çocukların harçlık kaynağıydı… Anneannem bana adanın yerlisi olan Rum çocuklarının, vapur seferi sırasında yaseminleri küçük çubuklarla yapıştırmak için kullanılır; çam iğnelerine yasemin takarlar, papatyalardan taçlar yaparlar ve vapurdan inenlere satarlardı. Adada 4-5 terzi vardı, çok şık giyinirdik, derdi anneannem… Bayramlarımız coşkuyla kutlanırdı o zamanlar… Hele 6 Ağustos’taki Üzüm Bayramımız… En şık kıyafetlerimizi, en şık şapkalarımızı giy, derdi evladım… Sonra geldi o karanlık günler. (6-7 Eylül pogromundan ve 64 sürgününden bahsediyoruz). O dönemde bize ait evlerin çoğu, adanın yerlisi olmayan, adaya işçi veya araba şoförü olarak gelen fakir Türkler tarafından işgal edilmişti. Ama büyük mülkler, zenginleşen kamu görevlileri tarafından çalındı veya satıldı. Yağmacılar karşı kıyılardan teknelerle adalara gelerek gece işyerlerimizi soydular… Güvenlik güçleri de buna izin verdi.
Daha sonra evlerini görmek için geri dönen Rum bir ailenin işgalciler tarafından nasıl dövüldüğünü adanın tüm halkı biliyor. Bir defasında yağmacılar yanlışlıkla bir Müslüman’ın iş yerini yağmalamış, halk tarafından yakalanan hırsızlar ise ‘Biz buranın bir gâvur evi olduğunu düşünmüştük, bir Müslüman’a ait olduğunu bilseydik bunu yapar mıydık’ demişlerdi. Anneannem bizi koruyacak kimse olmadığı için ‘Sesimizi çıkaramadık’ derdi ve bu yüzden sinirlenirdi. Adım anılmadan önce bana öğrettiği ilk şey ‘haksızlık karşısında susmamak’ oldu. Şöyle derdi: ‘Sessiz kalmayın, ödeyin… çocuklarınıza her şeyi anlatın, onlar da çocuklarına anlatsınlar… Burada neler olduğunu herkese bildirin…’ Bazen ne bekleyebileceğimizi düşünüyorum. Bu insanlar yağmacıların saldırıları karşısında onlara aynı şekilde karşılık verecekler mi? Sahilde nöbet tutup Türklerin adaya girmelerini engelleyecekler mi? Canlarını, mallarını emanet ettikleri Türk devleti acaba seslerini çıkarsalardı, onları duyacak kimse olur muydu?
Konstantinopolis’teki Rumlar, Athenogoras’la yapılan 2. Savaş’tan sonra ümitlendiler, 60’lardan sonra ‘Anlaşıldı, burada yaşayamayız’ deyip gittiler. Ve gittiler…”