Kaypakkaya geleneğinin mücadelesini konu alan, onun tarihsel birikiminden edebi türde yapılan yapıtlar azımsanmayacak boyuttadır. Bu eserler anı, öykü, şiir ve son yıllarda da söyleşi röportaj biçimiyle okuyucusunun ilgisine sunulmuştur. Kaypakkaya hareketinin önemli bedeller pahasına edindiği geniş emekçi sınıf tabanı ve devrimci hareket içerisindeki haklı konumu itibariyle, bu eserler ilgi çekicidir.
Bu eserden de görüleceği gibi tarihimiz düz bir seyirde ilerlememiştir. İnişler çıkışlar, yenilgi ve zaferlerle şekillenmiştir. Karşımıza çıkan engelleri aşmada doğru veya yanlış pek çok pratik sergilenmiştir. Bu durumun incelenip, doğru olana ulaşmada yardımcı olabilmesi için en detaylı değerlendirme Muhasebe Belgemizle ortaya koyulmuştur. Hatalarımızın yetmezliklerimizin, feodal ve küçük burjuva geri yanlarımızın samimi bir şekilde eleştirel değerlendirilerek, kitlelerin bilgisine sunulmasından çekinilmemiştir. Bununla da yetinilmemiş tarihimizin kimi dönem ve olaylarını ele alan çeşitli türde yazınsal eserler teşvik edilmiş, gerektiğinde materyal sunulmuş ve tanık anlatımlarıyla beslenmiştir. Bu anlayış eser biçimi ne olursa olsun, tarihi değerlendirmelerden öğrenmenin ne kadar değerli olduğunun yansımasıdır. Nitekim tarihiyle yüzleşemeyen, onu bir bütün sahiplenmeyen geleceği de göremez. Tarihimiz gizli kapaklı bilinmez değildir. Bazı olaylar birkaç defa kitaplara konuda olmuştur. 90’lı yıllarda bundan payını fazlasıyla almıştır. Bunda garipsediğimiz şikayet ettiğimiz bir durum bulunmuyor. Sonuçta her yazar konumlandığı sınıfsal gerçekliği üzerinde ele almaktadır. Bu çalışmalardan öğreniyor ve öğrenirken doğru ve yanlışı ayırt ediyoruz. Nasıl ki tarihimizi konu edinme hakkı yazarda varsa, onun anladığı tarihin eleştiri konusu yapma hakkı okuyucuda vardır. Bizde bu görevimizi M. Ali ESER’in Kırda Ateş Politik II. İsimli kitabı özelinde gerçekleştireceğiz.
Öncelikle şunu belirtmekte fayda var; tarihimizden kesitlerin ele alındığı pek çok eserde olduğu üzere, ele aldığımız kitabı okunmaya değer kılan özellik tarihi ele alıyor olmasıdır. Yazarın şunu bilmesi gerekir ki ortaya koyduğu eser edebi yeterliliğinden ötürü ilgi görmemektedir. Bir çalışmaya roman diyerek, onun edebi bütünlüğü sağlanmıyor. Okuyucuyu yazarında bildiğini düşündüğümüz üzere, kitaba yönelten tarihi kesittir.
M. Ali ESER’in otobiyografik niteliği de olan kitabının konu edindiği dönem hareketimizin önemli süreçlerinden biridir. 1987 yılında bölünerek DABK ve Konferans isimleriyle iki ayrı kanada ayrılan güçlerimizin, 5 yıl sonra 1992 de birlik kararı almasının peşine 1993’te gerçekleşen OPK dönemini ele alıyor. Tek tek bireylerin samimi istemlerine rağmen, bu süreç doğru değerlendirilmeyerek, birlik sürecinin ilkesiz zeminde ilerlemesi tekrar parçalanarak sona erdirmiştir. Bu dönem Muhasebe Belgemiz başta gelmek üzere, pek çok siyasi değerlendirmeye ve farklı edebi çalışmalara konu olmuş ve olmaktadır. Bunun olması da doğaldır. Tarihimizin ele alınışı ne kadar doğalsa onun bireylerin o süreçte içine düştükleri grupçu, ilkesiz tavırlarını aklamaya malzeme yapılması da doğal değildir. Tarih bir bütündür. Bireylerin tek başına aldığı ve aldığını iddia ettiği tavırlara sığdırılamaz. Tarihimizi, değerlerimizi arka fon olarak kullanarak kendisini aklamaya, paklamaya ve pohpohlamaya yeni bir örnek olarak M. Ali ESER yeni kitabıyla dahil olmuştur. Bunu da bedel ödemekten bir an dahi tereddüt etmeyen yoldaşlarımızın üzerinde tepinerek gerçekleşmiştir. Konu edinmemize de neden olmuştur. Yazarın bu saldırının bir hayli yoğun olması neden olmuştur.
Devrimcilere Saldırının Dayanılmaz Hafifliği;
Giriş bölümünün ardından kitabın içeriğini inceleyebiliriz. Kitap gerçekleşecek olan Olağanüstü Parti Konferansı’na (OPK) katılacak olan 2 kişinin konferans alanına yolculuğuyla başlıyor. Okuyunca anlaşılacak ki bu kişilerden biri yazarın kendisi Atilla, diğeri de OPK bitiminde G. Sekreter olan kişidir. Yolculuk süresince dikkat çekici biçimde gerçekleşen yazarın iç konuşmaları gereğinden uzun ve karmaşık olabilir. Bu durum okuyucuyu kitaba çekmesi ya da edebi kaygıdan ileri gelmiyor. Yazarın kendisini grupçuluk anlayışından aklama amacından ileri geliyor. Yazar, yani kitapta belirtilen ismiyle Atilla’nın delegelik biçimiyle başlayan grupçuluktan, kendini aklamak için olmayacak saflık ve madrabazlık sergilemektedir. İstemeye istemeye aldığını iddia ettiği delegenin OPK başlamadan düşürülmesini de nedense doğru olmadığının yönelik başvurmadık teori bırakmıyor. Hatta bu durumun değerlendirilmesinin birlik sürecini tıkayabileceği iddiasını dahi ileri sürebiliyor. Bu kaygıyla da hareket eden konferans kökenli delegelerin Atilla’nın haklı olmasına rağmen, tartışmayı uzatmayarak delegeliğinin düşürülmesine onay verdiklerini iddia edebiliyor. Hâlbuki Atilla’nın delegelik konusu fazla tartışılmadan, ezici bir çoğunluk tarafından doğru bulunmayarak düşürülür.
Şunu belirtelim OPK’da 7 DABK kökenli ve 13 Konferans kökenli delege bulunmaktadır. Alt konferanslarda belirlenen bu delegeler çeşitli bölgeleri temsilen katılmaktadır. Atilla ise faaliyette bulunmadığı Karadeniz Bölge Komitesi (KBK) adına delege olarak alana getirilmiştir. Çalışma yapmadığı bir bölgeden delege olarak OPK’na dâhil edilmesine karşı çıkışların haklılığı açıktır. Ancak yazar bu açıklığa rağmen, karşı çıkışlar karşısında olmadık formüller ileri sürerek boşa düşürme gayretindedir. Bu formüllerin o an’ın sıcaklığında değerlendirilmediği, konuşmadığı bir diğer hayali kurgudan öte gerçektir. Ancak mesele en başından hatalıdır. Almış olduğun oyu saymak yerine, olmaman gereken oylamayı neden belirtiyorsun? Sonuçta Atila faaliyet alanı olmayan bir bölgeden, hileyle ve grupçuluk anlayışıyla delege olduğu iddiasıyla OPK’na getirilmiştir. Bu durumda haklı çıkışların sonucunda ‘’delegelik’’ iptal edilmiştir. Bu iptalin nedenini DABK kökenli delegelerin grupçuluğunu ileri sürerek açıklamaya çalışan yazar, nedense yukarıda belirttiğimiz DABK ve Konferans kökenli birleşimden hiç bahsetmez. Bu durumda gösterdiği üzere konferans kökenli delegelerin onayı olmadan delegeliğinin düşmesi olanaksızdır. Grupçuluk mantığıyla elde ettiği delegelik OPK başlamadan sona ermiştir. Yazarın bu noktaya gelinceye kadar sergilediği tavır, kitapta kendisine yönelik ifade ettiği; “artık yere bırak bu köylü saflığını taşımaktan yorulmadın mı bunca sene!” dedirtecek kadar sahtedir.
Bu saflığının gerçek olmadığını kitap boyunca OPK’na delege olarak katılan ve o alanda farklı görevleri nedeniyle bulunan DABK kökenli delege ve savaşçılara hakaret, küçümseme vd. saldırısıyla açıktır. Bu saldırılarının yanı sıra konferans kökenli delege ve savaşçıların DABK kökenliler rekabetçi şekilde yansıtarak nitelikli gösterme çabası söz konusudur. Yazar OPK öncesi konferansçı kanat içinde yeralışını, OPK değerlendirmelerinde yaptığı grupçulukla sürdürmektedir. Kendisiyle birlikte alana gelen ‘’Hüsnü’’ nün grupçuluğuna, istemeden dâhil olduğunu ispatlamak için verdiği çaba, DABK kökenli yoldaşları küçümsemeye dönük ifadeleriyle açığa çıkmaktadır.
Kitabın öne çıkan bir yanı DABK ve konferans kökenli kadrolar arasındaki siyasi, askeri, örgütsel nitelik farklılığını, bir tarafı üzerek bir tarafı göklere çıkararak gösterilir. Bu sorunlar özelindeki kavrayışsızlığın genel bir durum olmasına rağmen, DABK kökenli kadroları sadece hedefe oturtmaktadır. Bu durum bu günde 94 ayrılığına yaklaşımda görmekteyiz. Yazar niteliksiz göstermeye çalıştığı DABK kökenlilerde seçicidir. Hâlbuki düşmanlığı tek tek bireylerden yola çıkarak bütünedir. Bu seçiciliğin nedeni de şuan içinde yer aldığı kolektifin, DABK çizgisinin devamcısı olduğu iddiasıdır. İncelikli bir işçilikle DABK kökenli kadrolara nefretini kusar, bu amaçla Nihat ‘’Baki’’ ve Cem seçilmiştir. Nihat anlaşılır bir hedeftir. Karşı devrimci Hücre’nin başı olduğu daha sonraki süreçte açığa çıkarılmış, tepki doğurmayacak bir isimdir. Ancak kitapta ‘’Baki’’ ismiyle belirtilen yoldaşımızla, Cem yoldaş neden seçilmiştir.
Roman da ‘’Baki’’ ismiyle tanınan kişi, yıllarca kırsal alanda mücadelenin ihtiyaçlarını karşılamak için emek vermiş, önemli görevler üstlenmekten geri adım atmamıştır. Bu sürede düşmanla pek çok defa sıcak temas kurmuş ve kararlığından geri adım atmamış yoldaşımızdır. Kırsaldan tedavi amacıyla çıktığı yurt dışından geri dönüşünde sınırda düşmanın eline geçmiş ve uzun yılları bulan tutsaklığa hapsedilmiştir. Bu sürede de kendisine verilen görevleri ağır tecrit koşullarına rağmen sürdürmüştür. Devamında ‘’3. Oturum’’ marifetiyle gerçekleşen darbeden sonra, 2014 yılında yaşanan ayrılıkta Kaypakkayacı hareket saflarında kalarak, yazarın içinde bulunduğu darbeci-oportünist çizginin saldırılarının karşısında durarak mücadelesini sürdürmektedir.
Cem yoldaşımız kitapta açık ismiyle de belirtildiği üzere A. Rıza SABUR‘dur. Bilindiği üzere Cem yoldaş hazırlığı yapılan 2. Oturuma katılım için Dersim bölgesine gelen yoldaşlarında içinde olduğu katliamda 16 yoldaşıyla Mercanlarda ölümsüzleşmiştir. Kırsal mücadeleye katılımı öncesi ve sonrasıyla ölümsüzleştiği tarihe kadar, kendisine verilen her görevi geri çevirmeden üstlenen, bu doğrultuda alınmadık görev bırakmayarak, bunu son olarak ölümsüzleşerek en üst düzeye taşıyan yoldaşımızdır. Bu durumun yanı sıra onun mücadelesini sahiplenen ailesinin tavırlarından da bahsetmek gerekir. Bu durumun neden hedef alındığı gösterir. ‘’3. Oturum’’ marifetiyle gerçekleşen darbe karşısında, Cem yoldaşın mirasının taşıyıcılarından ailesi tavır göstererek Kaypakkayacı çizgiden yana duruş sergiler. Bu durum karşısında darbeci-oportünist çizgi sahiplerince aile hedef haline getirilerek yıpratılır.
Bu iki yoldaşımız üzerinden yakın zamana kadar uzandığımız gelişmeler, yazarın içine yeni dahil olduğu kolektif tarafından DABK kökenli yoldaşlarımıza saldırılarını görmezden gelme gerekçesidir. Böylece M. Ali Eser’in yoldaşlarımıza saldırılarına sessiz kalınmakla yetinilmemiş, bu yapı bünyesinde yer alan yayınevince de kitap basılmıştır. Böylece iki yoldaşımız şahsında DABK’nin dönem kadroları saldırıya hedef olmuştur. Bu detayı da belirttikten sonra devam edelim.
OPK Maoist parti tarihimizde çok önemli dönemeçtir. Ancak sonradan yapılan bazı değerlendirmelerden de anlaşıldığı üzere yeterince bilince çıkarılmamıştır. Bu değerlendirmelerin muhatapları daha çok dönem koşullarını göz ardı eden, kişileri öne çıkaran ve grupçu bakış açısından sıyrılamayan tarzda anlayış getirilmiştir. Bilinmelidir ki birlik süreci OPK öncesi başlayan bir gelişmedir.
1987’de ayrılan iki kanat 91 yılını 92’ye bağlayan kışlık üslenme sürecinde birlikte hareket etme kararı başlatarak birlik komisyonunun kuruluşuna imza atılır. Bu doğrultuda merkezi kadrolardan tutalım faaliyet alanlarının belirlenmesine kadar iki kanattan temsilciler atanarak, görevliler tayin edilir. Birlik komisyonu ve merkezi yürütme DABK ve konferans kökenli kadrolarca şekillenir. 92 faaliyet dönemi Birlik Komisyonu’nun belirlediği görevlendirmeler çerçevesinde ilerlemiş ve 93 baharı için OPK görevi önlerine konulmuştur. Yazar ve beraberindeki delegeleri alanda karşılayan ilk birliğin sorumlusu Cem yoldaştır. Yazar bu karşılaşmada Cem yoldaşın yüz ifadelerinden tutalım tavırlarına kadar pek çok olumsuz, karalayıcı tespitte bulunuyor.
Öncelikle 92 yılının kışlık üstlenmesinde yaşanan gelişmelerden kısaca bahsedelim. Pülümür ve Munzurlar da bulunan iki üstlenme yeri ve çevresi düşmanın saldırısına uğrar. Kitapta bu bilgiye sahip olsakta, saldırı maksatlıdır. Bu gelişmelerden kaynaklı önemli kadro ve savaşçılarımız yıldızlaşmış ya da sakatlanarak mücadeleden kopmak zorunda kalmıştır. Bu kayıplardan kaynaklı alanda demoralizasyon ve tahribat söz konusu olsa da yazar hiç dile getirmez. Sanki hiç böyle bir süreç yaşanmamış gibi alanda bulunan yoldaşlar duygusuz birer kaya gibi resmedilir. Yazarın OPK nedeniyle bulunduğu alanda, 3-4 ay önce yaşanan bu gelişmelerin sohbet konusu olmadığını görüyoruz. Yazarın keyifle kendisini ayrıcalıklı bir yere koydurttuğu emperyalist İsmail ve Alev ile sohbetlerinde, bu kayıplar ve kışın yaşanan süreç konu edilmez. Eşyanın tabiatına aykırı bir durum. Çok önemli kadrolar ya ölümsüzleşmiş ya da sakatlanarak mücadeleden kopmak zorunda kalmıştır. Ancak sohbet konusu değildir. Veyahut bu sohbetler gerçekleşmiş, kitabın amacı dışına değerlendirilerek konu edilmemiştir. Böylesi bir durumun şehirden kırsal alana gelenler tarafından sohbet konusu yapılmaması olanaksız. Taş olsa çatlar denecek süreç yaşanmıştır. Yazar Cem’le ilk karşılaşmasından sayfalarca olumsuz kötümser değerlendirmede bulunmak yerine, üstte belirttiğimiz gelişmeleri de dikkate alarak anlayışlı, iyimser yorumlar yapmak yoldaşça olandır. Fakat yazar merkezine kendisini koyduğu nesnellikten uzak bir değerlendirmede bulunuyor. Dünya yansa umrunda olmayacak şekilde bakıyor. Ardına sıraladığı Cem’in davranışlarına yönelik olumsuz tespitleri yerine, nedenine ilişkin baş başa oturup sohbet etmeyip, otuz yıl sonrasına taşımak samimi değildir. Yazarın kendisine zorlama bir şekilde hedef alarak seçtiği Cem yoldaş ise yanlış bir tercihtir. Bulduğunu sandığı cevher suya atıldığında eriyen cinstendir. Yazarın kitaptan bir bölümde unutamadığını ifade ettiği Cem yoldaşın güler yüzü yıllar öncesinde kalmamış, onu tanıyan pek çok yoldaşının da hafızasındadır. Yoldaşlarına karşı samimi, fedakarca yaklaşan ve naif yüreği davranışlarıyla açığa çıkan yoldaşlarımıza saldırmayı yazar kendisine hak görebiliyor. Yoldaşımızı Suriye ve Rojava Kürt halkının katili Esad’a benzetebilecek kadar kendini kaybeden bilinç zehirlenmesi yazar yaşıyor. Yanlış anlamadığınız yazar; “bu fotoğraf karesi, yıllar önce gazetelerde görüldüğü, Hafız Esad’ın yana dönerken çekilmiş ünlü görüntüsü ile neredeyse aynıdır. Zihinin nasıl olurda böyle bir oyun oynadığını anlamasa da, Cem’le göz göze gelişi, canlanmış o resimle göz göze gelmiş hissi yaşattı. Tek farklılık Cem’in yıllar öncesinden aklında kalan gülüşünün bozulmadan tekrar etmesiydi.” (S.78 diye aktararak ona göre oyun olan benzetme bize göre yıldızlara saygısızlıktır.) Arap, Kürt vd. halkların katili Hafız Esat, ömrünü devrimci mücadeleye adamış ve bu uğurda ölümsüzleşen yoldaşımıza benzetiliyor. Teşbih, benzetme yönetimi roman ve öykü yazımında sıklıkla başvurulur. Yazar bu yöntemi birbirine zıt karakter ve anlayıştır. İki kişiyi bir araya getirerek kullanıyor. Bedel ödemekten bir an dahi geri adım atmayan ve bu uğurda yıldızlaşan yoldaşımıza karşı hoyratça, kendini bilmez şekilde kullanabilmiştir. Yazar benzetme yaptığı Esat’ın görüntüsüyle 30 yıl sonra bile eşleştirebiliyor. İçindeki nefret ve düşmanlığın geldiği boyutun bir örneğini M. Ali Eser sunuyor. Hayattayken bunu yapmaya cüret edemedim, ölümsüzleştikten sonra yapayım dercesine saldırmıştır.
Yazarın saldırıları, hakaretleri sadece bununla da sınırlı değildir. OPK süresince bulunduğu alanda, başına gelen en kötü anıların sebebi olarak da sürekli biçimde ifadelerini bulacağız. Yazarın anlatımlarına bakınca Cem bencil, halden anlamayan, suratsız, duygusuz, kindar vs. vs. diye uzayan iyice iyiye dair hiçbir nitelik barındırmadan devrimci mücadeleye katılan biridir. Yazar Cem’in durduğu yerin tersine aktarımlar yaparak okuyucuyu ona karşı kinlenmeye teşvik ediyor. Yazar ne kadar karalamaya da çalışsa bizler için Cem yoldaş, 1. Oturumun coşkusunu, halayın başında kendisinden geçercesine kutlayan, yoldaş canlısı olarak kalacak. Yazarın Cem yoldaşa ifadelerine geçelim.
‘’Cem onu (Atilla) tanımazdan geliyordu, karşılaşınca şu anda ayaklarını donduran kar gibi soğuktu.” (s.51) Yazar bu cümleyi kurarken bir an olsun, Yel Dağı yolculuklarını ayakları donarak atlatabilen yoldaşlarımızı göz önüne alıyor muydu? Kustuğumuz nefretin boyutunu iyi anlamak için hissedebilmek önemlidir. Karşımızdaki taş değil, eti ve kemiğiyle kendini mücadeleye katandır.
Devam edelim; (Cem) “dinlenecek misiniz diye sormadan, su ve yemek ihtiyacının olup olmadığını sormadan… ‘Hadi yürüyoruz’ demişti. (s.52) “…eğer Cem bildiğim sesin sahibi ise niye bu kadar soğuk davranıyor? Sorusunun cevabını bulmak stresi, midesine soğuk metalden bir kütle olarak asılıp kalmıştı ve bu his Atilla’nın bütün tadını alıp götürdü sanki.” Bu ifadeler Cem yoldaşla karşılaşmaları üzerine yapılan yorumlardır. Aktardığımız bölümlerden anlaşılacağı üzere yazar da kötümser bir bakış hakimdir. İyi niyetli küçükte olsa bir değerlendirmeye rastlanamaz. İlk karşılaşmanın bu derece abartılı kötümser verilmesi, sonraki yorumların da ne derece incitici olacağının habercisidir. Yazar su ihtiyacını dile getirdi de, içemez misin denildi? Bu nasıl saldırı nesnesi arayışıdır. Halk ordusu erlerinden bahsediyoruz, karşınızda faşist Türk ordusu bulunmuyor. Munzurların Erzincan köylerine bakan, herhangi bir noktasından kamp alanı arasındaki mesafe abartılacak uzaklıkta değildir. Yazar günlerce aç ve susuz yürümüş esirler gibi, bu meseleyi saldırı meselesi haline getirmiştir. Şunu da belirtmekte fayda var inandırıcılıktan yoksun. Kendisi de dahil 4 delege karşılanıyor. Ve biride bu durumu eleştirmez? Diğer delegelerden alana ilk defa gelmeyenlerde var. Bu durumu ifade edebilirler.
Devam edelim; “Cem’in tavrı başka bir şey söylüyordu; bambaşka bir şeydi. Birbirleriyle karşılaşmış iki hak yolcusunun karşılaşırken ki nezaketinden, kültüründen daha geriydi” oldu olacak yazar düşman gibi karşıladı diyebilirdi. Farklı bir anlam çıkmıyor. “Cem, yabancıydı ve yabancıları alıp, ortaklaşa kurulacak divana oturmaları için karargahına götürüyordu.’’ (s.53) Bu tekrar eden yoldaşlıktan, devrimci bakış açısından uzak olumsuz bakış açısını kitap boyunca okurun kinlenmesi istenircesine okuyoruz. Yazarın amacı bu olmalı, başka türlü bu ifadeler neden otuz yıl sonra kitaba konu edilir. ‘’Cem’in bu tavrını gördükten sonra ağzını açacak en küçük bir istek kalmamıştı” (s.131) 4-5 saat önce ilk temas ettiği Cem’in tavrı ve söylem şaşkınlıktı” (s.82) Cem yoldaşa saldırıların yanına “Baki” ismiyle belirtilen yoldaşımıza saldırılar eklenir; “Cem’in ve Baki’nin tavırlarından beri, sorarken de birşeye cevap verirken de bir temkinlilik tavrına girdiğini fark etti”. (s.131) Anlaşılan yazarın çocukluktan kalma psikolojik sorunu gün yüzüne çıkıyor. Bilinç altına yerleşen çocukluktan kalma baskılama Cem ve “Baki” tarafından, tetiklenerek yazarı içine kapatıyor. Bu paranoyakça düzeye gelen yaklaşım gösteriyor ki “Baki” ve Cem yazarın üst beynine yerleşiyor ve onu yönetiyor. Düşmanın karşısında işkencelerde onurlu direnişini yere göğe sığdıramayan yazar, “Baki” ve Cem’in tavırları karşısında suspus olduğunu iddia ediyor. Bu nasıl devrimci niteliktir ki yoldaşları karşısında sinik hale kendini getiriyor.
“Duygusaldı, tepkiliydi. Ve Cem’le karşılaştıktan şimdiye kadar ki bu iki gün boyunca gördükleri bir insanın on yılda gördüklerine eşit şeyler olarak birikmişti sanki’’ yazar bir ayda ne yaşamış olabilir ki? Aslında bir ayda değil iki kısa günde yaşamış. Acaba 1993’te zorlu kış şartlarında yerleri açığa çıkan Pülümür barınağından güvenli bir alana zorlu ve uzun yolculukla ulaşmaya çalışan 48 yoldaşımızdan biri miydi? Kardelen Hareketi sürecinde, Maoist Parti’ye sızan ajanlar açığa çıkarılırken, yoldaşlar arasında kendiliğinden gelişen güven erezyonunu tersine çevirmek için çabalayan yoldaşlardan biri miydi? Bir Dersim Yetmez Hedef Bin Dersim olmalı! şiarını rehber edinerek Karadeniz’e ilk defa ayak basarak bölgeyi tanımaya çalışan birliğin üyesi midir? Hiçbiri tabi. Mücadele tarihimizi kendi romantizminin malzemesi yapmaya çalışan, tükenmiş bir kişiliktir.
Yazar ardı ardına Cem yoldaşla ilgili iddialarda bulunuyor. Ancak nedense karşılamaya gelen birliğin diğer üyelerinin adını bile anmıyor. Hafızasında Cem’in yüz mimiklerini saklayabilen yazar, birliğin diğer üyelerinin ismini vermekten neden çekiniyor? Doğru olmayan ifadelerinin açığa çıkmasını engellemek istiyor. Abartarak verdiği iddialarını, iradi mücadelelerle değiştirme olanağı söz konusuyken, otuz yıl önce yapmadığı sohbeti bugün karalama malzemesi haline getirmiştir. Çünkü sorun olarak gösterilenler, somut koşullara ait olmayıp otuz yıl sonrasının saldırı malzemesidir. Cem yoldaşa ilişkin olarak değineceğimiz son konu; bir ay yazarın kaldığı Dersim’de kamp alanından başka bir yere çıkmayan askeri anlamda hiçbir tecrübe sahibi olmayan yazarın, hüznünün OPK (G.S) ağzından Cem yoldaşın komutanlığının sorgulanmasıdır. (Atilla) “Ulaş nitelikli bir yoldaş gerillanın sevgilisi gibi dedi. Evet öyle diye onayladı Hüsnü. ‘Konferans sürecinden beri gözlemledim; bana Sovyet romanlarından anlatılan kızıl ordu kişiliği hatırlattı.’ Bir de Cem’e bak diyen Hüsnü’nün dudaklarında acıyla karışık bir sırıtma oynaştı. ‘Yılların kadroları ama Ulaş’taki esnekliğin alçak gönüllülüğünün zerresine sahip değiller’ diye (Hüsnü) ekledi” (s.327) Okuyucu şu yanılgıya kapılmamalı “Hüsnü”nün ağzından bile bazı ifadeler verilse, yazarın dimağının ürünüdür. “Zerresine sahip değiller” diye çoğul kullanılan ifade dönemin DABK kökenli komutanlarıdır. Grupçuluğun açık ifadesidir. O zerresine sahip olmayan dediklerinizin pek çoğu yıldızlaşmıştır. Cem yoldaş paramparça edilmiş geriye kalan bedeniyle ailesine ve yoldaşlarına emanet edilmiştir. Bu mücadelenin sizin gevezeliklerinizle mi örüldüğünü sanıyorsunuz? Size kalsa yazı yazarak devrimcilik yapılırdı. Kadro vasfına sahip olan iki yoldaş, hadi varsayalım bu sohbet gerçekleşmiş; biri OPK sonrası Maoist partinin en üst görevine atanıyor, diğeri 1 No’lu Askeri Bölge Yürütmesi DBK’na atanıyor. 1 aylık gözlemleriyle yazar bizden yani okurdan, Cem’i yaftalamamızı istiyor. Yazar genel bir sorun olarak karşımıza çıkan meseleleri, tek tek kişilerle açıklama hastalığını burada da sergiliyor. Biz dönem askeri kadrolarının yeterli beceriye sahip olduğunu iddia etmiyoruz. Muhasebe Belgemizde de belirtildiği üzere geride kalan zaman zarfında, hareketimizin en önemli zaafı Halk Savaşını kavrayış yetersizliğidir. Yazar genel bir sorun olan bu duruma, grupçuluk mantığıyla Konferans kökenlileri yeterli göstererek, karşı taraftan da tek tek bireylere yıkarak, genel bir sorunu çözümsüzlüğe itiyor. Burada anlatmak istediğimiz ne Ulaş ne de Cem yoldaşın askeri anlamda istenilen yeterlilikte olmadığıdır. Çünkü genel bir yetersizlik söz konusudur. Birilerini ya da bir tarafı ezip diğerini ya da diğerlerini yüceltecek bir durum söz konusu değildir. Ayrıca yazar gerçekçi yorumdan da uzaktır. Cem yoldaşla 1 aydır bir arada ve askeri hiçbir pratiğe girilmiyor, ancak Ulaş kampın son günlerine yetişiyor ve o kısacık gözlemle niteliklerini açığa çıkarıyor. Öncelikle yazarın bakış açısıyla ortaklaşmadığımızı belirtelim. Komutanlık niteliği askeri kabiliyetle sınırlı değildir. Ayrıca siyasi yeterliliğinde yanı sıra ilerlemesi gerekir. Yazarda da olduğu üzere bu konumdaki yoldaşların sadece askeri kabiliyeti dikkate alınmıştır. Bu da kavrayışsızlığı derinleştiren bir unsur yaratmıştır. Ancak M. Ali ESER bunlara bakmaz. Onun için önemli olan güler yüzlü karşılama, yoldaşça kucaklaşma, su içmesine engel olmama vs. vs. yazar için devrimcileri karalamak bu kadar basittir. Ancak bizim sahiplendiğimiz MLM anlayış ve değerlendirme yöntemi bu değildir. İçinde nasıl bir zehirden irin birikmişse yazar kusuyor. Askeri veya siyasi hiçbir değerlendirmede bulunmadan, Cem yoldaşın ve genelde DABK kökenlilerin yetenekleri sorgulanıyor. Elbette bu nitelik sorgulanabilir. Ancak doğru çerçevede olmalıdır. Yerden yere vurduğu Cem kendisine verilen her görevi ikiletmeyen, en zorlu süreçlerde en önde görev alabilen, kırsal mücadelenin yürütüldüğü Dersim, Karadeniz ve Amed’ te görev alabilmiş sayılı yoldaşlardan biridir. Siz kendinizi bu pratiğin karşısında düşmanca şekilde konumlandırıyorsunuz. Geliştirici, dönüştürücü değil yıkıcısınız. Devrimci mücadeleyi kendinizi pohpohlama, temizleme ve romantizm sahası mı sanıyorsunuz? Sizin gibiler Kaypakkaya geleneğinin mirasını tüketmekten, ona zehir kusmaktan başka bir anlayışa hizmet etmez. Grupçuluk zihniyeti içine sıkışmış M. Ali ESER, varlığını bedel ödemiş devrimcilere saldırmakla sürdürüyor.
(DEVAM EDECEK)
Yorumlar kapalı.