Ülkemiz emekçi halkları faşist devlet diktatörlüğünün egemenliği altındadır. Günümüze has olmayan bu nitelik, Türk devletinin 100 yıllık varlığının temel yapı taşıdır. Bu durumun temel nedeni ise, halkın komünist devrimci, demokratik mücadelesinin etkisiyle kazanılmış ve sınırlı dönemlere sıkışmış biçimsel hakların dışında, demokrasinin egemen yönetim biçimi olmamasıdır. Demokrasinin varlığı komprador burjuvazi, toprak sahipleri ve uşağı oldukları emperyalist burjuvazilere karşı gelişecek sosyalist mücadele için avantajdır. Bu nedenle Türk devleti işbirlikçi faşist Kemalist diktatörlük egemenliğinde yönetiliyor.
Bu yöntemin anlamı devlet gücünün, onun çıkarlarının üstünlüğünün askeri ve sivil bürokratik konularıyla halk kitleleri üzerinde daha derinleşerek ilişkilenmesinin genişlemesidir. Faşist diktatörlük her gün her saat bürokratik kurumlarıyla yaşam alanlarımızı işgal ederek, halk kitlelerinin zihinlerini ele geçirmeyi hedefler ve büyük oranda da bunu başarır. Bunu da komprador burjuvazi, toprak sahipleri ve uşağı oldukları emperyalistlerin çıkarına yapar. Gelinen aşamada hakim sınıflar birden fazla emperyalist burjuvazinin çıkarlarının bekçiliğini gerçekleştirir. Uzun yıllar ülkemizde sömürünün aslan payını ABD-AB emperyalistlerine, uluslararası anlamda da rakipleri olan Çin ve Rus emperyalist burjuvazisi daha güçlenerek sömürüden paya ortaklığını arttırmıştır. Elbette bu çoklu emperyalist sömürü devletin faşist karakterinde bir değişiklik yaratmaz. Bu durum emperyalist rekabete koşut, bürokratik çalışmayı devlet içinde artırır. Sonuçta Türk devler bürokrasinin ayrıcalıklı konumu uşağı olduğu emperyalist güçle doğrudan bağlantılıdır. Emperyalistlerin sömürüden alacakları paya göre, işbirlikçi bürokrasinin payında da degişim yaşanır. Bu da bürokratik kliklerin aralarındaki çatışmanın özüdür. Son olarak 15 Temmuz Darbe Girişimi ve ardından gelen devletin yapılandırma süreci de bu rekabetin yansımasıdır.
Gerek emperyalistler arası rekabet nedeniyle, gerekse de kitlelerin kontrolünün sağlanmasına dönük, devlet bürokrasinin nüfusu büyümektedir. Her geçen gün yeni bir bürokratik kurumun kuruluşunu duymak mümkündür. Kitlelerin yüz yüze kaldığı sorunları çözmekten ziyade, onu ötelemek, görmezden gelinmesini sağlayacak ayrıcalıklı bürokratlar yaratmaktan başka işlev taşımazlar. Türk Devleti’nin defalarca politikalarına konu olan Alevi inancına mensup halkımızın sorunları, yeni bir “açılım”la Kültür Bakanlığı’na bağlı “Alevi-Bektaşi Kültür ve Cemevi Başkanlığı” kuruluşunu ilan etti. Bu politika da sorunu ötelemekten, görmezden gelinmesini sağlamaktan öte işlevi olmayacaktır. Bununla birlikte kuruma yerleştireceği ayrıcalıklı bürokratlarla, Alevi halkının mücadelesini parçalamayı hedefleyecektir. Bu ayrıcalıklı bürokratlar alacakları yüksek maaş ve statülerinin sağladığı avantajla bürokrasinin devlet içindeki payını büyüyecektir. Devlet bütçesinin esas kaynağı halkımızın çeşitlenen ve ikrarı artan vergileri, harçları ve olur olmadık nedenlerle kesilen cezalardan oluşur. Develtin bürokratları kaynağı halkın cebi olan maaşlarla beslenir. Çalışmaların yüzde 65’inin asgari ücret ve altı maaş aldığı ülkemizde ayrıcalıklı gerici bürokratlar asgarî ücretin 30-40 katı maaş alırlar. Bu yetmezmiş gibi birkaç kurumdan daha maaş bağlanarak gelirleri büyütülür. SSK emeklisi bir işçinin, geçinemediği için tekrar çalışmak zorunda kalması ve ikinci bir maaş alması devletin gözüne batarken, bürokratların aldığı iki, üç maaş -ki asgari ücretin 30-40 katıdır- hak olarak devlet tarafından sunulur.
Bürokratların ayrıcalıklı konumu sadece elde ettikleri gelirle sınırlı değildir. Devletin vücut bulmuş hali olarak kitlelerin karşısına çıkarılması, ona dokunulmazlık zırhı ve istediği herşeyi yapma hakkı vermiştir. Halk kitlelerinin aile içinden başlayarak, eğitim hayatı ve geride kalan yaşam süresi boyunca, zihnine şırınga edilen devletin yüceliği, ilahi kudreti onun koruması altında hareket eden en üst bürokrattan en alt kademe zabıta, bekçi, diyanet çalışanı vd.’lerine kadar kitlelerin mağduriyetine neden oluşları, tepkisizliğin nedenini oluşturur. Devletin gerici, faşist yöneticilerinin dilinden düşürmediği; “insanı yaşat ki devlet yaşasın” mealindeki fikir.
Anayasa’da yer alan kağıt üzerindeki pekçok biçimsel hak için olduğu üzere hiçbir zaman uygulanmaz. Bunun yerinde devleti yaşat ki ona egemen olanlar yaşasın, gerici fikrine uygun olarak emekçi halkları karşısında gerici, faşist devlet çıkarları önceliklidir. Bu durumun bir yansıması olarak diyanet çalışanları kuran kursuna katılan çocuk yaştaki öğrencilere tecavüz ettiğinde suç görülmez ve aklanır. Yine geride kalan zaman içinde Aladağ ilçesinde, bürokratik yasal prosedürleri gevşeterek işletilen cemaat yurdunda çıkan yangında yaşamını kaybeden öğrencilerin hesabı, devlet bürokrasisine kadar sorulmasın diye, AKP vekili Mestan şu açıklamayla “bugün okul öncesinden lise son lise son sınıfına kadar ülkemizde 18 milyon öğrencimiz var, yaklaşık 900 bin Suriye’li öğrenciyi de katarsak neredeyse 19 milyona yaklaşan orta öğrenim öğrencisine sahibiz. Bu kadar öğrencinin olduğu yerde zaman zaman beklemediğimiz hadiseler, müessif (üzücü) hadiseler olabiliyoré belirterek, suçu aklamayı kendisinde bir hak, sorumluluk olarak görebilmektedir.
Devletin bir çalışanı, bürokratı halka karşı bir suç işlediğinde bu münferit, doğal olması gereken bir olan olarak sunulur. Ancak halktan bir kadın kendisine tecavüze kalkışan, döven birini öldürerek engellediğinde, burnundan fitil fitil getirilerek hesabı sorulur, eziyet edilir. Hapishanelerde ömrü cürütülür. Türkiye Devleti’nin bürokratik işleyişi sorgulanamaz olmalıdır ki faşizmin yarattığı korku halkı sindirsin. Öyleki gerici Batılı kapitalist özentisi modernlik adına 1930’larda kanunlaştırılan “Şapka Kanunu”; halka zorla şapka giyme zorunluluğuna karşı direnen, karşı koyan 70 kişinin asılması doğal görülsün. Mesele şapka ya da bürokratın kişisel statüsü değildir. Devletin koyduğu bir hüküm ve onun kurumu sözkonusu olandır. Sorgulanamaz ve karşı gelinemez. İşte bu nitelik, bürokratları ilahi bir güç sahibi gibi hareket ettirir.
Ayrıcalıklı bürokratların ellerinde tuttukları bu güç, onların gerçekleştirdiği suçları cezasız bıraktırır. Kürdistan’ın herhangi bir şehrinde olduğu üzre ; Silopi’de 12 Mart 2019’da sabah saatlerinde okula giden 9 yaşındaki Ruken Elma isimli kız çocuğunu, zırhlı araçla ezerek katledenler, 2009-2019 arasında yetişkin ve çocukların olduğu 37 kişinin, zırhlı araçlar tarafından ezilerek katledilmesinde olduğu üzere cezasızlık politikası suçları teşvik eder. Yine yargısız infazlarla katledilen; Sıla Abalay, İnanç Özkeskin, Şirin Öter, Yeliz Erbay, Uğur Kurt, Dilan Korkut, Kemal Korkut, Gezi eylemlerinde katledilenler vd.leri sorumlusu devlet olan katliamlar cezasız bırakılır. Faşist diktatörlüğün halk üzerinde estirdiği baskının en net ifadesi bu ölümlerdir. Devletin kanunlarında yer alan; “yaşam hakkının ihlal edilmesi” suçu, devlet görevlilerinin gerçekleştirdiği eylemlerde ya görmezden gelinir yada sorumlular derinlemesine yargılanmaz. Çorlu’da Konya’da vd. tren kazalarında yaşamını yitirenlerin ardından olduğu üzere, yaşam hakkının kutsallığı, devletin yer yüzündeki mabedi olan devletin uygulamarı karşısında değersizdir. Devlet bürokrasisinde çalışan görevliler bu cezasızlık politikası altında şekillenmektedir.
15 Temmuz Darbe Girişimi’nin ardından faşizmin kitleler üzerindeki görünür baskısı, etkisinin arttığı bir gerçektir. Bu süreç ilerlerken aynı zamanda devlet yönetimi de buna uygun düzenlenir. Bu süreci akamete uğratacak, işleyişe engel olabilecek bürokrasi içinde çalışanlar Kanun Hükmünde Kararnamelerle yasadışı şekilde görevden uzaklaştırılarak, yerlerine daha sadık kullar yerleştirilerek ve yeni bürokratik kurumlar kurularak faşist devlet beslenir. Bu durum faşizmin 15 Temmuz sonrası hakim olduğu anlamına gelmez. Geri de kalan zaman içerisinde askeri cunta dönemlerinde karşımıza çıktığı üzere, faşizmin şiddetlenmesine uygun olarak bürokratik kurumlarında düzenlenmesidir. Ülkemizde faşizmin yarı-askeri ve askeri olarak kendini sürdürdüğü bir gerçektir. 15 Temmuz sonrasında şiddetlenen faşist baskıya uygun devlet yapılandırılmıştır. Bunun sonucu olarak 2016-2020 döneminde KHK ile görevine son verilenlerden boşalan yerlerin de dahil olduğu kurumların “2 milyon 140 binden fazla kadro yerleştirilir. Bu sayıya MİT ve saray personeli dahil değildir.” (Bahadır Özgür, Gazete Duvar)
Bu gelişme aynı zamanda AKP-MHP kliğinin devlet içindeki kadrolaşmasını ifade ederken, esas öncelik yaşanan ekonomik, siyasi krizin gerici komprador burjivazinin sömürüsünü, egemenliğini engellemeyecek önlemler almaktır. Devleti bu doğrultuda güçlendirmektir. Çünkü hakim sınıflar emekçi halk kitleleri karşısından en zayıf oldukları şartları yaşıyor. Bu durum bürokratik kurumlarda görev alanlara iki kat sorumluluk kazandırarak, dokunulmazlık zırhını ve gerici niteliğini kuvvetlendirir.
Bu açıklamalarımız ışığında Ekim ayının ilk günlerinde Ankara’da bir müzik kulübünde çalışan müzisyen Onur Şener’i katleden bürokratlar, yukarıda bahsettiğimiz ayrıcalıklı, gerici bürokratik anlayışın şekillendirdiği kişiliklerdir. Bu kişilerde 15 Temmuz sonrası göreve getirilen pekçok kişide olduğu üzere,dokunulmazlık zırhını fazlasıyla hisseden, ne yaparsa görevi icabı olduğunu düşünen bir zihniyetin ürünüdür. 5 kişinin katliamda rolü olduğu ve 3’ünün tutuklandığı olayın sorumlusu faşist bürokratik devlet zihniyetidir. Bu durumu kişiselleştirme, psikolojik baskılanmalarla,münferit olay olarak açıklamalara asla müsaade edilmemelidir. Bu olayın faili geçmişte yaşanan askeri-sivil bürokrasinin katliamlarında , tecavüzlerinde, saldırılarında vs. olduğu üzere ayrıcalıklı bürokratik zihniyettir.
Sosyal, ekonomi, siyasi pekçok benzerlikler taşıdığımız İran’da Mahsa Amini isimli genç kadının işkenceli-şiddet sonucu “Ahlak Polisi” tarafından katledilmesi de Türk devletine benzer gerici, faşist bürokratik zihniyetin sonucudur. Kürt sorunu başta gelmek üzere pekçok sorunu siyasi, ulusal, ekonomik sorunun dinamik olduğu İran’da devletin faşist niteliğini daima diri tutan ayrıcalıklı bürokratik zihniyete sahiptir. Türkiye ve İran’da yaşanan gerici baskı, katliamlar halk kitlelerinin sorunları, derinleşen yoksulluğu ve sömürüden kaynaklı kitlelerin örgütlü devrimci mücadelesini geliştirmesi ve hakim sınıfların içinde bulunduğu krizi fırsata çevirmelerini önlemek adına devreye sokulur. Bunun üzerine İran’da gericilerin yansıması olan emekçi kadınlar üzerinde yaşanan baskıyı, kıracak her türlü mücadele pratik tıpkı Türkiye’de hükümetin protesto alanlarına dönüşen müzik festivalleri, konserler gibi yasaklanır. İstek şarkıları çalınmadığı için müzisyen Onur Şener’i katletmeyi kendine hak görenlerle, aylardır kendisinde haber alınamayan Gülistan Doku olayını aydınlatma amaçlı soruşturmayı derinleştirmeyenlerle ve basını İran gerici sisteminin istediği şekilde örtmediği için katledilen Mahsa Amini’nin failleri, aynı gerici bürokratik zihniyetin icraatıdır.
Son olarak bu olaylarla da karşımıza çıktığı üzere halk kitlelerinin karşı karşıya kaldığı baskı, ölümler, sömürü vd.lerin sorumluluğu faşist devlete kadar uzanmaktadır. Onur Şener’in vahşice katledilmesi sonrası yaşanan tepkinin de devlet ve onun bürokratik zihniyetine karşı gelişmesi elzem olandır. Halkın sorunlarını kişilerle açıklayan, sistemi gözden uzaklaştırmaya karşı, mücadelemizi faşist sisteme kanalize edecek şekilde sürdürmeyi görev bilmeliyiz. Yaşanan iki yeni olayda da görüldüğü üzere, dün olduğu gibi yarın da bu gerici sistem sürdükçe karşı karşıya olacağımız kitlelere anlatılmalıdır. Halkın çıkarlarının, onun yaşam hakkının öncelikli olduğu, güvence altına alındığı Sosyalist Cumhuriyet için devrimci mücadelemizi büyütelim.
Yorumlar kapalı.