10 Haziran’da Devrimci Demokrasi ve Öncü Partizan’ın düzenlemiş olduğu etkinliğe davetliydim.
Bu etkinlik benim açımdan iki boyutuyla önemliydi. Birincisi kurucuları arasında olduğum bir gazetenin olması; ikincisi ise iki kolektifin ısrarlı ve mütevazi birliğiydi.
Konuşmam da Devrimci Demokrasi’ye ve onun şahsında Okan Ünsal’la ilgili vurgularda bulunmaya çalıştım. Ne kadarını becerebildim, bilemiyorum.
OKAN ÜNSAL
Bugün 17’lerin şahsında Okan’dan bahsetmek istiyorum. Her şey çok hızla değişiyor ve unutuluyor. Aradan geçen onca zamana rağmen hikayesinin bir yerde yazılı kalmasını istiyorum.
Okan bir Emniyet amirin oğluydu. Kendisiyle ilk karşılaşmamız 1993’te Eskişehir’de gerçekleşmişti. Okan, İç Anadolu sorumlusuydu. Okan, ben, Mehmet Demirdağ, Murat Deniz ve A’yle birlikte bir araya geldik. İki gün birlikte kaldık. Birkaç ay sonra Okan, hayat ve mücadele arkadaşı olan bir kaymakamın kızı olan ve kendisiyle birlikte aynı pusuda toprağa düşen Berna Saygılı Ünsal’la birlikte tutsak düştü. Mehmet ve Murat yoldaşlar Karadeniz’de toprağa düştüler.
18 yıl önce bugün, 17’ler henüz tam anlamıyla açıklığa kavuşmamış bir şekilde pusuya düşerek katledildiler. Burjuva basını “bir gecede biten örgüt” diye sevinç naraları attı. Dönemin genel kurmay başkanı basına “mutluluğunu” ifade etti. Okan da dahil, birçok yoldaş aslında tek başına başlı başına birer örgütlerdi.
17’lerin soruşturmasını yürüten Murat Güzel ve üç yoldaşı pusuya düşmeseydi sorularımıza cevap verirler miydi, bilemiyorum, fakat bu gerçek de gizli kalmayacak ve denizdeki cesetler misali kendisini bir gün kıyıya vuracaktır.
GAZETENİN YAZARLARI
Okan, bu hareketin yetiştirdiği ender ve özel kadrolardan biriydi. Siyasal birikiminin yanında entelektüel seviyesi ileri biriydi. Hapishanede kendisiyle birlikte vurulan Cafer ve Aydın’la birlikte kurduğumuz gazetenin köşe yazarıydı. Dünya ve bölgeyle ilgili yazılar yazıyordu. O gazeteyle birlikte farklı ve zengin bir dil gerçekleşmişti. Yayınlanan gazete engellemelere rağmen biten baskıları bile olmuştu. Özenle okunuyordu. Gazetenin G’sini anlamayan ben, bu gazetenin yayın yönetmeniydim.
Bir gün Elâzığ Malatya arasında özel bir kontrole (asker ve polis birlikte yaptı) denk geldik. Yanımda Ali Haydar Yıldız adlı yakışıklı üniversiteli genç bir yoldaşım vardı.
Aramada köylülerin ballarını ve peynirlerini yağmalar gibi aramaya başlayınca “Sorununuz bizimle köylülerin mallarını neden dağıtıyorsunuz?” diyerek kendilerine itiraz ettim. Israrlı itirazlarım üzerine, Emniyet amiri olduğunu düşündüğüm biri, sesini yükseltmeden sanki normal bir sohbet yapıyormuş gibi, “Bak Murat, sen bizi biz de seni tanıyoruz. Bu hareketi birleştiriyorsun. Bu bizim işimize gelmiyor. Git öğretmenlik yap.”
Peşinde ise bal, peynir ve yağların içine bakmalarının nedenini açıkladı. Toplantı yaptığımızı, bunu bildiklerini ve beni suçüstü yapıp tutuklamak için toplantı belgelerini aradıklarını söyledi. İnce tehdidinin dışında ne bir hakaret ne de bir fiziki yönelimoldu. Sadece sivil polislerden biri Ali Haydar’a kafa atmak istedi. Ne var ki bu cesur üniversiteli genç, kendisine kafa atmak isteyen sivil polisin gırtlağından tutarak bu girişimi engelledi. Ali Haydar’ı korumak isterken aramızda kısa süreli bir arbede yaşandı. İstihbarat subayı olduğunu düşündüğüm muhtemelen binbaşı ya da albay olan yetkili araya girince gerginlik sona erdi. Devrimci Demokrasi ve yazılan yazılarına katılıp katılmadığımı sordu. “Katılmadığım şeyleri yayınlamam,” dedim. Bunu herkes kendi sınırları içine çekilsin diye bilinçli söyledim. Bunun üzerine kibirli diline ve düşmanca bakışlarının yerine ölçülü davranmaya başladı.
Sonra subay konuyu Okan’ın köşesine getirdi. “Bu yazıları kim yazıyor? dedi.
“Yazarlarımızın kimliklerini prensip olarak kimseye vermiyoruz,” diye cevap verince, bir şey demeyip kenara çekildi. Yıllar sonra Hanifi Avcı’nın yazdığı Haliç’teki Simonlar kitabını okuyunca bu subayı hatırladım. Avcı, devrimcilerin dünya ve ülke gündemini değerlendirirken yakaladıkları seviyeyi hayranlıkla itiraf ediyor. Okan,böyle bir şeydi işte. Analitik düşünce sistematiğine sahip donanımlı bir Marksist’i.
17’lerin içinde Okan’la birlikte Cafer, Aydın, Berna, Ökkeş ve Aris Devrimci Demokrasi Gazetesi’nin yazarlarıydılar.
Zaman bizi hangi ölçülere göre yargılayıp hükmünü verecek bilemiyorum. Bu yanlış kararın bedeli ve kaybı sanılandan da ağır oldu. Onca emekle meydana gelen bu nadide değerler, zor kazanıldı ama çok kolay kaybedildi. Ne yerleri dolduruldu ne de mirasları devralındı. Eğer yaşasaydılar sadece Kaypakkaya geleneğini birleştirmekle yetinmezlerdi; diğer siyasal zeminlerdeki politik atmosferi de doğrudan etkilerlerdi. Devlet, bu birikimin bir güce dönüşeceğini gördüğü için toplu imha siyasetini devreye koydu.
FOTOĞRAFIN DİLİ
Geçen ay daha önce varlığından haberdar olmadığım bir fotoğrafa denk geldim. Habersiz çekilen fotoğraf, bir ay sonra tam 30 yılını doldurmuş olacak. TİKKO gerillalarına birkaç günlüğüne misafirliğe gittiğim bir zamanda çekilmiş. Düzleştirdiği çakıl taşlarını yorgan yapan Cafer’le sırt sırta vererek uyumuştuk.
Fotoğraf kadrajı, ayakları kışın kardan ve soğuktan donanların tedavi için önce batıya sonra da yurtdışına gönderildiği mekânı kapsıyor.
Tedavi için gönderilenlerin içinde Ökkeş ve Aris’te vardı. Kâh sırtla kâh binek hayvanlarla taşınan Ökkeş ve Aris, yürüyerek tekrardan döndüler o dağlara.
“Sırtını dönme bana gideceğim hiçbir yerim yok benim” diyen avazları asılı kaldı bu uçurumlardan. Dağ gibi devrildiler, ama elleri, uğruna düştükleri sevdaları ve inançları o dağlarda kenetli kaldı. Tanrının bile görse ağlayabileceği bu trajediyi tuvale nakış edecek bir ressam da yoktu. Şairler de dilsiz kaldı bu trajedi karşısında, belki de böylesi şairlerin de soyu tükenmişti. Bizlere, “Hep beni hatırla,” diyen bir ağırlık içinde bakıyorlar.
Saygıyla anıyorum…
17 Haziran 2023
Murat KAHRAMAN
Yorumlar kapalı.