10 Aralık “Dünya İnsan Hakları Günü” ve Türkiye’de durum

featured
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Türkiye, Dünya İnsan Hakları Günü’ne hak ve özgürlük ihlallerinin arttığı, hukuk dışılığın olağanlaştığı bir tabloyla girdi. Peki bu tablonun yapı taşları nasıl döşendi?

Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun (BMGK), İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’ni kabul etmesinin üzerinden tam 75 yıl geçti.

Bildirgenin imzalandığı gün olan 10 Aralık, her yıl Dünya İnsan Hakları Günü olarak kutlanıyor ve dünyanın pek çok ülkesinden liderlerin günün anlam ve önemine işaret eden mesajlarına sahne oluyor. Ancak verilen mesajların aksine insanlık artık daha otoriter bir dünya ile karşı karşıya. 

İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’ni imzalayan ülkelerden biri olan Türkiye’de ise hak ve özgürlük ihlaline ilişkin tablo ağırlaşırken hukuk dışılığın olağanlaştığı bir süreç işliyor.

“Otoriter dönüşümle bağlantılı”

Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV) Genel Sekreteri Coşkun Üsterci, bu tablonun siyasal rejimin geçirmekte olduğu “otoriter dönüşüm”le doğrudan bağlantılı olduğu görüşünde. DW Türkçe’ye konuşan Üsterci, “Bu dönüşüm ‘sistematik hak ihlali yapan bir devlet pratiği’nden ‘hak temelli bir rejim fikrinin topyekûn terk edilmesi’ne doğru bir hatta ilerliyor” diyor.

Yargıtay 3. Ceza Dairesi, geçen Kasım ayında, Gezi Parkı davasında 18 yıl hapis cezası kesinleşen milletvekili Can Atalay’a ilişkin Anayasa Mahkemesi’nin (AYM) verdiği hak ihlali kararını tanımadı, kararı veren üyeler hakkında suç duyurusunda bulundu. 

“Anayasasızlaştırma süreci”

İnsan Hakları Derneği (İHD) İstanbul Şube Başkanı Avukat Gülseren Yoleri’ye göre Türkiye, hukukun hak ve özgürlükler lehine koruyucu özelliğinin tamamen ortadan kalktığı, keyfiliğin ve siyasi tasarrufların daha etkili bir mekanizma haline geldiği bir ‘anayasasızlaştırma süreci’nden geçiyor.

Devletin hak ve özgürlüklere ne derece müdahale edebileceğinin sınırının anayasada ve yasalarda tespit edildiğini belirten Yoleri, “Bugünkü koşullarda anayasanın da uygulanmadığı bir iktidar var. Anayasa Mahkemesi kararları da Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) ya da uluslararası mekanizmaların kararları da uygulanmıyor. Türkiye, İstanbul Sözleşmesi gibi uluslararası ve aslında özel usullerle ancak çekilebilecek olduğu bir sözleşmeden, bir gecede keyfi bir usulle çekilebiliyor” diye konuşuyor.

Uygulanmayan kararlar, keyfi engellemeler

Türkiye, 2011’de ilk imzacısı olduğu İstanbul Sözleşmesi’ni Mart 2021’de Cumhurbaşkanlığı kararıyla tek taraflı feshetti. Yedi yılı aşkın süredir cezaevinde bulunan HDP’nin eski Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş ve 18 Ekim 2017’de gözaltına alınan iş insanı ve aktivist Osman Kavala ile ilgili AİHM kararları ise uygulanmıyor.

Hak ve özgürlüklerin sınırının nerede başlayıp nerede bittiği ve devletin buna nerede müdahale edeceğine dair öngörülerin tamamen ortadan kalktığını vurgulayan Yoleri, Cumartesi Anneleri’nin toplantı ve gösteri hakkının beş buçuk yıl boyunca engellendiğini hatırlatıyor: “Anayasada tanımlanmış bir hakkın anayasaya ve yasalara uygun kullanımının bile keyfi olarak defaten engellendiği bir durumdan söz ediyoruz ki bu diğer hak ve özgürlük alanlarında da aslında sıklıkla karşımıza çıkıyor.”

Peki bu noktaya nasıl gelindi?

Türkiye’de 2015’te çözüm sürecinin sonlandırılması hak ihlallerinin arttığı bir dönemi beraberinde getirirken, 15 Temmuz 2016 darbe girişiminin ardından gelen iki yıllık Olağanüstü Hal (OHAL) dönemi rejimin en önemli kırılma noktalarından biri oldu. 

Gözaltı sürelerinin uzadığı, Kanun Hükmünde Kararname’lerle (KHK) çok sayıda derneğin kapatıldığı, binlerce kişinin kamudan ihraç edildiği bir süreç yaşandı. 2002’de AKP iktidara geldiğinde Terörle Mücadele Kanunu (TMK) kapsamındaki suçlar bakımından gözaltı süresi yedi gündü. Bu süre OHAL’in ilk altı ayında 30 güne çıkarılırken daha sonra 14 güne ve ardından 12 güne indirildi. 7145 Sayılı Kanun’la OHAL zamanında kullanılan yetkilerin büyük kısmı uzatıldı.

OHAL dönemi içerisinde Türkiye’nin Anayasal rejimi de değiştirildi. 16 Nisan 2017 tarihli Anayasa Referandumu ile Türkiye, Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine geçti.

Gülseren Yoleri, 2016’dan itibaren OHAL ve devamında çıkarılan yasalarla siyasi rejimin çok daha kendini gösteren bir şekilde otoriterleştiğini vurguluyor: “Parlamenter sistemi devre dışı bırakan, demokrasinin olmazsa olmazı denen güçler ayrılığı, basın özgürlüğü gibi meseleleri aslında tamamen hayatımızdan çıkarmaya doğru giden bir rejimin yeniden yapılanmasından söz ediyoruz. Bir yandan da kendini kurumsallaştırıyor. Yani bu hukuk dışılık durumundan yeni bir otoriter sürecin hem hukukuyla hem devlet kurumlarıyla yeniden örgütlendiği bir süreçten söz ediyoruz.”

“Toplumda kaygı artıyor”

Rejimin karakter değiştirmesinin insan hak ve özgürlüklerine yönelik çok daha ağır bir tehdit içerdiğini belirten Yoleri, toplumda yönetimin ‘faşizanlaşacağına’ ilişkin kaygının da arttığı görüşünde.

2020 yılının sonunda Terörün Finansmanının Önlenmesi Hakkında Kanun’da yapılan değişikliklerin sivil toplum örgütlerinin faaliyet alanını kısıtlayan en önemli düzenlemelerden biri olduğunu söyleyen Yoleri’ye göre, Ekim 2022’de yürürlüğe giren ‘dezenformasyon yasası’ da toplumsal muhalefeti ve özellikle de basını tamamen sessizleştirme, ifade özgürlüğünü kökten ortadan kaldırma potansiyeli taşıyor.

Gülseren Yoleri, 2014, 2016 ve 2017 yıllarında yapılan değişikliklerle ise Milli İstihbarat Teşkilatı’nın (MİT) faaliyetlerinin yargısal denetimin dışına çıkarıldığını belirterek, “Bu değişiklikler, yaşam hakkı ya da kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkı bağlamında özellikle ‘kaçırılmalar’ diye basına ve kamuoyuna da yansıyan olayların zeminini oluşturuyor” diyor.

Bütün bu düzenlemelerin toplumda kaygıyı artırdığını, son dönemde gündeme gelen yeni anayasa tartışmalarına göre ise daha muhafazakar, ‘ahlakçı’, giderek daha fazla kesimin baskı altına alınmasını sağlayacak yeni düzenlemelerin öngörüldüğünü söyleyen Yoleri, ekliyor: “1982 darbe anayasasının bile daha gerisinde bir hak ve özgürlük tanımı ya da alanı içerecek bir yeni anayasa çalışmasından söz ediyoruz ki bugün bütün toplum bundan kaynaklı olarak ciddi anlamda ürküyor.”

“Hak ihlali olmayan alan yok”

Hapishanelerden gelen çıplak arama, kelepçeli muayene gibi şikayetler ise son dönemde işkence konusunu gündemde tutuyor. Hak savunucuları, Türkiye’nin, bu konuda belli adımlar atmış olsa da, işkenceyi önleme konusundaki görevini tam olarak yerine getiremediği görüşünde.

İHD’nin hapishaneler üzerine yaptığı çalışmalara değinen Yoleri, “Raporlarımızı hazırlarken, o mektuplardaki anlatıları okuduğumuzda dehşete düşüyoruz. Aklımız almıyor çünkü yapılanları edilenleri. İnanılmaz ihlaller oluyor” diyor.

Yoleri, Türkiye’de gelinen noktada insan hakları açısından sorunsuz bir alan olmadığı görüşünde.

“Mülteciler, kadınlar, çocuklar, çalışma hayatı, kent yaşamı, çevre… Bütün bu alanlar ciddi ve patlama noktasında olan sorunlarla bir bir boğuşuyor” diyen Yoleri, ekliyor: “Şurada iyiyiz ya da şurada iyileşme umudu var diyebileceğimiz bir alan yok. Artık bütün bunların yıkıldığı bir noktaya geldik.”

Bu tabloyu tersine çevirebilmenin ancak toplumsal muhalefetin gücüyle mümkün olabileceğini söyleyen Yoleri, “İnsan Hakları Haftası’nda aslında bir kere daha bütün bu sorunları konuşuyoruz. Ancak bu örgütlü kötülüğü durdurabilmek için ihtiyacımız olanın büyük bir karşı koyuş olduğunu görüyoruz” diye konuşuyor.

Hak savunucularına baskılar

TİHV Genel Sekreteri Coşkun Üsterci’ye göre de Türkiye’de insan hakları hareketi ağır ve yapısal sorunlarla karşı karşıya. 

Siyasal rejimin geçirmekte olduğu otoriter dönüşümle birlikte Türkiye’de hak ve özgürlüklerin ihlalinin kural, kullanımının ise istisna haline geldiğini vurgulayan Üsterci, insan hakları ortamında yaşanan bu derin tahribatın, hak savunucularına yönelik tehdit, baskı ve tacizlerde olağanüstü bir artışa yol açtığına dikkat çekiyor.

Üsterci, etkili bir insan hakları savunuculuğu için gerekli olan ifade, medya, örgütlenme ve toplantı özgürlüğü neredeyse tamamen ortadan kaldırıldığını belirterek toplumun insan hakları savunuculuğuna bakışında da siyasal iktidarın ve medya söylemlerinin sonucu olarak olumsuz bir dönüşüm yaşandığına dikkat çekiyor.

İnsan hakları savunucularının damgalandığını, savunuculuk faaliyetlerinin suçlaştırıldığını söyleyen Üsterci, “Ancak yaşamakta olduğumuz bu ağır krize rağmen, BM İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin 75 yılında kararlılıkla insan haklarını savunmak, dayanışmayı büyütmek ve insan haklarının kurucu rolünü yeniden etkin kılmak en asli görevimiz” diye ekliyor.

“Krizlerle ihlaller doğrudan bağlantı”

Coşkun Üsterci, hak ihlalleri ile toplumların yaşadığı krizler arasında doğrudan bir bağlantı olduğunu görüşünde. “Örneğin ekonomik kriz söz konusu ise işsizlik, yoksulluk gibi ihlaller de beraberinde geliyor. Bir anlamda kriz olarak tanımlayabileceğimiz deprem, salgın, sel gibi doğal afetler, olağanüstü hallerle birlikte yaşam hakkından başlayıp sağlığa erişim, barınma hakkına kadar pek çok hakkın ihlali peşi sıra yaşanıyor” diyen Üsterci, ekliyor: “Ancak bu, kendi doğallığında neden sonuç ilişkisi içinde gelişen bir durum değil.”

Üsterci’ye göre krizlerle ihlaller arasında bağlantı kurulmasının asli nedeni uluslararası insan hakları rejiminin küresel ölçekte giderek derinleşen bir kriz içinde bulunması. Dünyanın hemen her yerinde devletlerin ya da hükümetlerin evrensel insan hakları normlarını bağlayıcı görmekten hızla vazgeçtiğini vurgulayan Üsterci, bu nedenle insanlığın en önemli kazanımlarından birisi olan insan haklarının, hem bir referans sistemi hem de bir denetim mekanizması olarak gücünü giderek kaybettiği görüşünde.

“Güvenlik yegane devlet paradigması oldu”

Bir ülkede tüm toplumu etkileyen bir kriz hali yaşandığında devlet erkini kullananların, krizin yol açtığı sorunlara insan haklarını referans alarak çözüm aramadığını ifade eden Üsterci, “Bunu pandemide, 6 Şubat depremlerinde çok çıplak biçimde gördük. Her iki kriz anında da siyasal iktidar, insan haklarını referans almaktan uzak, tümüyle güvenlikçi bir yaklaşım sergiledi” diyor.

Coşkun Üsterci, ekonomiden halk sağlığına toplumun tüm meselelerini güvenlik sorunu olarak görme halinin Türkiye’ye özgü olmadığına işaret ediyor. 

Tüm dünyada güvenliğin yegane devlet paradigması haline geldiğini vurgulayan Üsterci, “Bu yaklaşımın en güncel ve uç örneğini İsrail’in Gazze’ye yönelik son saldırısında görüyoruz. Pek çok devlet açısından İsrail’in güvenliği o kadar önemli ki Gazze’de yaşanmakta olan derin insani kriz kimsenin umurunda değil” diye konuşuyor.

(DW-Pelin Ünker)

Yorumlar kapalı.